On dört asır önce yakalanan zirve

  • Prof. Dr. Osman Şahin
  • Prof. Dr. Osman Şahin
    29 Ağu 2025 12:11

     

    İnsanlığın ancak yirminci asırda hak ve hukuk konusunda ulaşabildiği seviyenin daha da yükseğine yedinci asırda İslâm ulaşmış ve bunu sadece söz ve teoride bırakmamış aynı zamanda toplumun genelinde hayata geçirebilmiştir. Üstelik bu sadece Asr-ı Saadet’e mahsus kalmamış, on üç asır boyunca bazen tamamına yakın bazen de bazı eksiklikleriyle beraber ama hep uygulanmıştır.

     

    Maalesef günümüz insanı bu durumdan habersizdirler. Yapılan cerbezeler ve algı yönetimleri ile o dönemlerde yaşanılan olumsuzluklar hep nazarlarına verildiğinden ve gerçek olmayan bilgilerle beslendiklerinden, bu çok parlak zaman dilimlerini genelde karanlık olarak algılayıp düşünmüşlerdir.

     

    Şüphesiz ki bu geniş zaman diliminde bazı negatiflikler de yaşanmış, yer yer zalimler idareye gelip bazı zulümlerin işlendiği de bir gerçektir. Ne var ki bunlar arızi (normal dışı) olup, geçici olmuşlar, bu tarz çirkinlikler ve olumsuzluklar umumi olmayıp yerel olmuş ve bazı bireyler arasında meydana gelmiştir. Ayrıca, devletler arası meydana gelen savaşların yol açtığı felaketlerin yaşandığı da bir realitedir.

     

    Günümüz dünyasında o uzun zaman diliminde meydan gelen olumsuz şeylerin toplamı kadar neredeyse her yıl bu negatiflikler yaşanmaktadır:

     

    “Hazreti Üstad’ın ifadeleriyle diyecek olursak, “Senin bir sene zarfında attığın tükürük, bir günde senden çıkmış bulunsa, içinde boğulacaksın. Müteferrik zamanda istimal ettiğin sulfato gibi acı ilâçları bir günde birkaç kişi istimal etse, hepsini de öldürebilir.”

     

    İşte aynı bunun gibi, Osmanlı’nın bazı fertlerinin hataları her biri tarafından işlenmiş ve farklı zamanlardaki kusurları toplanıp bir anda yapılmış gibi tasavvur edilirse, karşımıza çok çirkin bir tarih çıkabilir.

     

    Oysa, Osmanlı’nın bir de fetih ve medeniyet tarihi vardır. Fakat maalesef, zaaflarının esiri bazı kimseler, o yüce kâmetleri kendi seviyelerine indirerek kendilerine mazeret uydurma ve kendi cürümlerini hafif gösterme psikolojisinin de tesiriyle yalan yanlış tasvirlerde bulunuyorlar.” (Muhteşem Osmanlı ve Ecdâda Saygı) 

     

    Maalesef, Asr-ı saadet’ten sonra kurulan Emeviler, Abbasiler, İlhanlılar, Sâmâniler, Karahanlılar, Gazneliler, Selçuklular, Eyyûbîler ve Osmanlılar gibi devletler ele alınırken o dönemlerde meydana gelen olumsuzluklar hepsi bir anda meydana gelmiş gibi ve ayrıca sadece bu olumsuzluklardan ibaretmiş gibi takdim edilmektedir.

     

    Halbuki, bir kısmı realitelerden kaynaklanan, bir kısmı ise geçici, yerel ve belirli şahıslar arasında cereyan eden bu hoş olmayan şeylerin dışında çok büyük medeniyetler kurulmuş ve bunlar eliyle insanlığa asırlar boyunca (on üç asır) çok büyük hizmetler yapılmıştır.

     

    Bu yapılan hizmetlerin en başında hak, hukuk, din, vicdan ve düşünce özgürlüğü alanında yapılanlar gelmektedir. Hangi dine, millete ve kültüre ait olduğuna bakılmaksızın herkese en başta insan oldukları için saygı gösterilmiş, en temel insani haklar sağlanmış ve bunların korunması işini hem devlet hem alimler hem de halk birlikte üstlenmişlerdir.

     

    Bunun neticesinde, on üç asır boyunca bu temel insani haklara sahip olarak farklı din, dil, millet, kültür ve coğrafyalara ait insanlar hep bir arada huzur içerisinde bulunabilmiş, kendi dillerini kullanabilmiş, kendi dinlerini yaşayabilmiş ve kendi hukuk ve inanç sistemlerini kendi aralarında kullanabilmişlerdir ki günümüz modern dünyasında henüz o seviye yakalanabilmiş değildir.

     

    İnsanlığa ait bu baş döndürücü yükselişin kaynağı şüphesiz ki İslâm dini, onun peygamberi (ASV) ve O’na indirilen kitap Kur’an’dır.

     

    İslâm, insanı yaratıcının en saygıdeğer bir eseri ve bu yüzden başka bir şeye ihtiyaç olmaksızın saygıyı hak eden bir varlık olarak gördüğünden dolayı, insanı dünyaya geldiği andan itibaren bu temel insani haklara sahip olarak kabul eder.

     

    İnsanlığın ciddi anlamda ancak on dokuzuncu asırda konuşmaya başladığı ve yirminci asırda kısmen hayata geçirebildiği haklar yedince asırda İslâm’ın gelmesiyle, onun kitabı Kur’an’da beyan edilerek kesinlik kazanmış ve Hazret-i Peygamber’in (SAV) uygulamaları ile hayata geçirilmiştir.

     

    Asr-ı Saadette ve sonrasında bu hususlar başta fıkıh üzerinden olmak üzere tamamen sistemli hale getirilmiş, devletin, alimlerin ve halkın bunlara sahip çıkmasıyla toplumun genelinin kabulü gerçekleşmiştir.

     

    Kaynağı semavi olan bu fıkıh ve hukuk medeniyetinde, haklara uyulmaması hem dinde bir günah hem de devlet ve kanunlar önünde bir suç olduğundan insanlarda hem maddi hem de manevi güçlü bir yaptırıma sahip olmuştur.

     

    Zaten insanın hem maddi hem de manevi yanını birden hesaba katmadan meydana getirilen hiçbir medeniyetin veya hukuk sisteminin uzun süreli olması ve insanlığa gerçek ve tam anlamıyla bir mutluluk, saadet vermesi mümkün değildir ve hiç mümkün olmamıştır.

     

    Fıkıh ve hukuk medeniyeti başlıklı yazıda, İslâm medeniyetlerine bir isim vermek gerekirse ona "Fıkıh" (hukuk) veya "Usûl-ü Fıkıh" medeniyeti denmesinin uygun olacağı, kapıları ardına kadar düşünceye, hikmete ve felsefeye açık olan fıkıh ve usûl-ü fıkhın, bu medeniyetin en belirgin değerlerinden olduğu ve temelleri Kur'ân, Sünnet ve Selef-i Salihîn'in tahkik ve tespitlerine dayalı bu ilmi, bir başka millette bulup göstermenin mümkün olmadığı üzerinde durulmuştu:

     

    Fıkıh ilmi, Kur’ân’ın ve İslâm düşüncesinin bir mucizesidir. İslâm hukukçuları, ciddî bir emek mahsulü olarak ortaya koydukları hükümlerle detayına kadar hayatı disipline etmiş, hayatın hiçbir yerinde boşluk bırakmamışlardır.

     

    İbadetlerden alışveriş ahkâmına, mirastan nafakaya, evlilikten boşanmaya, ceza hukukundan borçlar hukukuna kadar her konuda görüş beyan etmiş, çözüm sunmuş ve bunları sistematik hâle getirmişlerdir. Hukuk ilminde ihtisas sahibi olan birçok Doğulu ve Batılı araştırmacı da İslâm fıkhıyla ilgili takdirlerini dile getirmiştir.

     

    Tarihe bakıldığında ne Roma’da ne Babil’de ne İyonya’da ne de dünyanın daha başka bir yerinde teşekkül etmiş böyle mükemmel ve mütekamil bir hukuk sistemi göstermek mümkün değildir.” (İslam Fıkhının Tenkihine Dair Bir Kaç Söz)

     

    Günümüz dünyasında alanın uzmanları dışında genelde, İslâm’ın insan hakları konusunda ortaya koyduğu esaslar ve bunları pratikte başarıyla hayata geçirmesi hakkında insanlar çok az bilgi sahibidirler. İşin daha da tuhafı, Müslümanlar için de aynı şey geçerlidir.

     

    İnşallah sonraki yazıda, İslâm’da insan hakları konusu ile devam edelim…

    29 Ağu 2025 12:11