MUCİZELER İNKAR EDİLEMEZ 9
Mucizeler gibi harika ve olağandışı şeyler soyut akılla ve kıyasla bilinemezler. Onların bilenebilmeleri, gerçekleştiklerinde yapılan gözlemler ve bunları başkalarına aktaracak sağlam ve doğru haberler ile mümkündür:
“Nitekim varlıkların sayımını ve istatistik dökümünü yapmadan soyut akılla ve kıyasla varlıkların sınıflandırmasını yapmaya kalkışmak bir cehalettir. Telgraf ve telefon keşfedilmeden evvel batıdaki bir adamın doğudaki biriyle bir iki saniye içinde haberleşebileceğini soyut akıl ve kıyas ile tayin etmek mümkün olmazdı.
Fakat âdet olmayan böyle bir şeyin imkânına akıl ve fennin cevaz vermeyeceğini iddia etmek de akıl ve fen adına bir iftira olurdu. Çünkü bunun olabileceğini varsaymak ve mümkün görmek hiçbir çelişkiyi gerektirmez. Bütün bilgiyi yalnızca aklî kıyasa mahsus kılmak ve aklın kabiliyet ve görevlerini unutup, aklî kıyas ile şimdiki zamandan ileriye doğru kesin hükümler çıkarmaya çalışmak nasıl bir haksızlık ise aynı şekilde şimdiki zamandan geçmiş zamana doğru kesin hükümler çıkarmak ondan daha büyük bir haksızlıktır.
Ve işte zamanımızda bulunanların “Biz her bakımdan eski insanlardan daha gelişmiş ve daha yükseğiz, şu hâlde bizim ilim ve irademizin yapamadığı bir şeyi onların yapmasına imkân olmadığı öncelikle sabittir.” gibi bir kişisel kıyasla hüküm çıkarmaya ve “semavî kitapların âyetleri ve ümmetlerin tevatürleri” ile nakledilegelen eşsiz ve benzersiz olayları inkâr ve te’vile sapmaları, ilme ve beşeriyetin gelişmesine zarar veren bir zorbalıktan başka bir şey değildir.” (Hak Dini Kur’an Dili - 7/123)
BİLGİ SADECE AKIL VEYA AKILLA YAPILAN KIYASLA ELDE EDİLMEZ
Sosyal Darvinizm olarak ifade edilen, günümüz insanlarının önceki asırlarda yaşayanlardan daha gelişmiş ve daha üstün olduğu iddiası ile ortaya çıkıp, günümüz insanları bu mucizeleri gösteremezken geçmiş asırlarda yaşayanlar böyle harikulâde şeyleri gösteremezler deyip, mukaddes kitaplar ve Sünnet-i Sahiha gibi geçmişte yaşayanların ittifak ederek naklettikleri eşşiz ve benzeri olmayan olayları inkâr etmek ve bu hususu bir kesin hakikatmiş gibi dayatmak ancak zorbalıkla ifade edilebilir ve bu durum ilmin gelişmesinin önünde büyük bir engeldir.
Peki kimdir böyle davranan zorbalar:
“Ve bunu yapanlar genellikle şu iki sınıfın içinde bulunurlar: Birisi haddizatında bir harika olan ilim ve irade olayına, âdet ve tabiat denilen şeyin mutlak hakim olmadığını gösteren çeşitli türlere ayrışmasına karşı kör bir tabiatçılık taassubunda ısrar eden donuk kafalı kendini beğenmişlerdir ki, farklılıkları sayılamıyacak kadar çok olan bütün âlemin en büyük olağan uyumunun, bir hudûs (sonradan meydana gelmek ) ve değişkenlik prensibine dönüştüğünü ve birer prensip olarak ele alınan çeşitli ve değişik oluşlardan her birinin daha önce benzeri görülmemiş bir sonradan oluş veya bir değişme harikasıyla başlayageldiğini ve bütün tekamül aşamalarının da hep böyle bir özel harika oluşla meydana geldiğini düşünmezler.
Her gün, her lahza câmit (cansız) denilen katı varlıkların hayata dönüşüp durduğunu görürler de gördükleri bu değişikliği şart ve mutlak sanırlar. Bu anlayıştaki bir tabiat davasının bâtıl (geçersiz) olduğunu gösteren şey, aslında yine tabiat olaylarının cereyan şeklidir. Tabiat davasının geçersizliğini ortaya koyan asıl değişme ve atılımları mümkün ve olağan tanırlar ve her değişikliğe o değişkenin tabiatı üzerine dışardan etki eden bir etkenin gerektiği konusunda da tereddüt etmezler de sonra o değişikliğin hızında ve süresinde bazı derece farklarını mutlak olarak imkânsız gibi görürler ve bunun imkânsız olduğunu iddia ederler.
Düşünmezler ki, bir asânın süre aşımı ile çürüyüp kömür olarak uzviyet değiştirmesi olağan olduğu ve bu olayda hiçbir çelişki bulunmadığı gibi aynı hadisenin birdenbire ve daha büyük ölçüde olabileceğini tasavvur etmekte ve böyle bir olayı gözlem veya haber vermekte tabiattaki atılım açısından hiçbir çelişki yoktur.
Buna göre öbürünü kabul ve itiraf edenlerin berikine mümkün gözüyle bakmaması akıldan değil, akılsızlıktan ve asıl hayatın sırrına erememekten ve ilk yaratılış olayındaki kudreti hesaba katamamaktan doğan bir cehalettir. Bunlar düşünmezler ki, toprak ve topraktan canlı üretmek tekniklerini bilmeyenlerin “böyle şey olmaz” demeleri, bu normal oluşlar karşısında bir taassuptur.” (Hak Dini Kur’an Dili)
Denge
Kur’an’ı Hakim, olağan ve olağandışı, âdetler ve harikuladelikler, normal kabul edilen olaylar ve mucizeler karşısında takınılacak tavırları en mükemmel bir denge içerisinde insanlığa ders vermektedir:
“Şüphe yok ki, insanın bütün ümit ve beklentisini mucizelere bağlayıp da yaratılıştaki normal akışı ihmal etmesi ve uzun bir tarihin sonucu olan bilimsel gözlem ve deneylerin ortaya koyduğu sonuçları hiçe sayarak, çalışıp elde etmenin, üretmenin, bilgi ve iradenin, eğitimin ve şahsî teşebbüsün feyzini, icaplarını hesaba katmadan, yaratılışta mevcut olan bu defineleri işletip yararlanmaya çalışmayıp da sırf gökten inecek bir sofra bekleyip durması, hasılı Allah Teâlâ’ya yalnızca harika ve mucize açısından tevekkül edip bel bağlayıp da normal âdet ve mantık açısından tevekkül etmemesi doğru yoldan ayrılmaktır. Bunun için Kur’ân, dikkatleri, harikalardan ziyade normalde cereyan eden sünnet ve âdetlere, kanun ve kurallara, şeriate ve ilkelere doğru çekmiştir. Sünnet-i seniyye de bid’atçılığı yermiştir.
Fakat aynı zamanda âdetler ve sünnetler karşısında harikaların, genel ve olağan gidişatın kuralları dışında kalan bir takım garip ve nâdir olayların mümkün bulunduğunu, hatıra ve hayale gelmez açılardan umulmaz hadiseler, ümitler, korkular doğabileceğini bilmemek yani, Allah Teâlâ’nın olağan gidiş dışında bir şey yaratmayacağını zannetmek de Yüce Yaratıcı’nın sonsuz kudretini donuk ve katı bir tabiat mantığıyla sınırlamaya kalkışmaktır ki, sebeplere ve olaylara öncülük eden ilk yaratışı unutma sonucu akıl ile mantığın durduğu sınırda imansızlıkla toptan bir karamsarlık içinde boğulup kalmaktır.
Bunun için yukarıda “Rabb’ınız o Allah’tır ki gökleri ve yeri altı günde yarattı, sonra emri Arş üzerine hükümran oldu. O, geceyi, durmadan onu kovalayan gündüze bürüyüp örter. Güneşi, ayı ve yıldızları buyruğuna boyun eğmiş vaziyette (yaratan O’dur). İyi bilin ki yaratma ve emir O’nundur. Âlemlerin Rabb’i Allah ne uludur!” (A’raf, 7/54) âyetinde ilk yaratış ile istivâ meselesine, ilâhî yaratış ile işlerin yönetilişinin başlangıcına ve bunların cereyan şekline dikkat çekilerek, varlıkların gerek yaratılışında, gerek akışında yönetici gücün, eşyanın kendi tabiatı olmayıp hepsinin üstünde, Arş üzerine mutlak hükümran olan Allah Teâlâ olduğu ihtar olunduktan sonradır ki, bir taraftan harikaları, diğer taraftan sürüp giden olağan düzeni bunun izleyeceği tekamül seyrini içine alan peygamberler kıssalarına girilmiş ve ancak ilk yaratış misali ile tasavvur ve tasdik edilmesi gereken peygamberler mucizeleri de bu açıdan zikredilmiş ve bunları inkâr edenler hakkında “Allah kâfirlerin kalbini işte böyle mühürler” (A’raf, 7/101) buyurulmuş ve bununla tabiatı putlaştırmanın bir kalb mühürlenmesinden, diğer bir deyişle kalbin, daha önce edindiği intibaların dışına çıkamıyacak ve artık yeni bir hakikat duyamıyacak, bilgide ve imanda hiç bir gelişme gösteremiyecek şekilde kendi manevî hayatına ve duyarlılığına son verilip, donmasından ileri geldiğine özel şekilde işaret edilmiştir.
Hak Dini ve Kur’an Dili’nde, öneminden dolayı uzun uzun ele alınan, mucizenin mümkün olduğu konusunda, günümüzün ilim ve fenlerinin anlayışına uygun bir özetleme yapılmıştır:
“Tabiat kanunları denilen ve varlıkların tabiatları üzerinde hâkim görünen genel kurallar, önce gözlem, sonra deney, daha sonra da sonuç olarak tespit edilip ortaya konulan ve genelleştirilen tek düze ve uyumlu oluşlardır. Bunlar içinde en önemlisi de sebepliliktir (nedensellik). Bir olayın sebebi tecrübe ile ve aynı sebep ve şartlar altında tekrar tekrar denenerek aynı sonuca ulaşılabildiği takdirde bu deneysel bulgu zihnen bütün benzerlerine genelleştirilerek bir genel teori ortaya konur. Bu genelleştirmeye “istikra” (tümevarım) ve o teoriye de “bir tabiat kanunu” adı verilir. Lâkin tabiat ilimlerindeki bütün bilgiler henüz böyle sebep-sonuç gibi teoriler haline gelebilmiş değildir…
Bu hale gelebilmiş olan tabiat ilimleri ancak Fizik ile Kimya’dır. Onların da kendi alanlarına giren bütün olayları kapsadığı iddia olunamaz. Hayat ilmi ise henüz bu halden uzaktır. Fizik ve Kimya’da da birçok olayların çeşitli sebeplerden birine bağlı olarak veya birinin daha ağır basmasıyla meydana geldiği de bilinmektedir. Mesela bir fabrikaya, bir su hareket enerjisi verebildiği gibi, bir buhar, bir elektrik de verebilir. Bunlardan başka bütün bu sebepler olayları meydana getirebildiğinden dolayı sebeplerin sebepleri, sebeplerin sebepler ilh… birliğine bağlı olan bütün sebepler ve kuvvetler zinciri hesaba katılmak ve ona göre, tali sebepler konusundaki bilgimizin değeri ölçülmek gerekir.
Halbuki illet ve sebepler konusundaki bütün bilgilerimizi inceden inceye değerlendirirken şunu itiraf etmemiz gerekir ki, biz bütün olayların sebeplerini bilmediğimizden bir olayın da bütün sebeplerini bilmiyoruz demektir. Gerçekte bazı olaylar hakkında bildiğimiz ve tatbik ettiğimiz sebepler, kuvvetler hem eksik hem de zahirî (görünen) ve nisbîdir (göreceli). Ne küllî illettir (sebep), ne de mutlak ve hakîkî illettir. Hakikî ve mutlak sebep kökten bir yaratma ve icattır, küllî illet de herşeyi yaratan olmak lazımgelir.
Şu halde bizim en iyi bilgimizi teşkil eden sebeplilik (nedensellik) düzeni hakkındaki bilgimiz tam ve mutlak değil, cüz’î ve nisbîdir. (“Mucizeler İnkar Edilemez 1” yazısında, zaman gibi kuvvetler içinde izafiyetin bulunduğu ve keşfedilen 5. Ve 6. Kuvvetler üzerinden verilen örneğe bakabilirsiniz…)
Ve o halde bilgi alanımıza giren sebepleri, âdi ve sınırlı kuvvetleri inkâra hakkımız olmamakla beraber, bunlara birer genel illet ve sebep gibi bağlanarak “filan şey asla olmaz” demeye ve mutlak kudreti âciz sanmaya da hakkımız yoktur. Meğerki, o şeyin olmasını farz etmek onun yokluğunu gerektirecek bir çelişki olsun: Biri pozitif biri negatif iki elektrik akımının karşılaşmasında gördüğümüz gibi voltaj, bir anda sıfıra iniversin. Ruhu bir yana bırakalım, bir ışığın yanmasıyla sönmesi arasındaki hız bile bize ne kadar hızlı bir şekilde yaratma ve yok etmenin mümkün olduğunu gösterir…
Fakat kalpleri donuk bir tabiat halini almış olanlar, bu imkânları görmezler de kafalarının durduğu her noktada mutlak anlamda karamsarlığa boğulur kalırlar. Bunlardan başka bir sınıf daha vardır ki, istek ve çıkarlarına aykırı gibi görünen hak ve hakikatleri kabul etmek istemezler ve ona karşı direnip mücadele etmek için her haksızlığı göze almaktan da çekinmezler. İşte Firavun bunlardandır ve bu gibi hallere Firavunluk denilir.”
İnşallah sonraki yazıda, bazılarının yanlış yorumlayarak mucizeleri inkâr ettikleri, Kur’an’daki bazı ayetleri ele almaya devam edelim…