Başka çare kalmayınca

  • Safvet Senih
  • Safvet Senih
    09 Kas 2022 10:09

    Devirlerin zulüm ve cevir ile dönmesinden biraz nefes alınır gibi olduğu Demokrat parti iktidarında, hiçbir İslam ülkesinde görülmeyen bir şenaat ve denâat ile Erzan’ın bile değiştirmesinden sonra aslına iâde edilmesi bir rahatlık sağlamıştı. Ama demokratlar iktidar olmuştu ama bir türlü muktedir olamamışlardı. Sistem hâlâ milletimizin özüne ve köküne düşman hem de cibillî düşmanların elinde idi. İslamiyet’i öğreten kaynakların köküne kibrit suyu dökmüşlerdi. Gönül dünyalarını ihya eden tasavvuf olacaklarını kapatmışlar, kurdukları tuzaklarla Menemen Olayı’nda olduğu gibi çok büyük korkular salmışlardı. İrşad ocaklarının başındakiler korkudan bir taraflar çekilmek zorunda kalmışlardı. Hatta anlatıldığına göre birisi dergâhı kapatmış kapıya kimse gelmesin diye diktiği kişiye: “Evladım benim artık itiyat ettiğimi, evrad okuduğumu kimseye görüşemeyeceğimi gelenlere söyle” dediğini onun da câhil olduğu için onun dediklerini anlamadığını onun ziyarete gelenlere, “Şeyhimiz irtidat etti artık Tevrat okuyor” dediği şehir efsanesi gibi konuşulur olmuş…


    Ama her şeye rağmen dimdik ayakta duran ve bütün baskılara, işkenceli hapislere rağmen Nur Risalelerini yazarak irşad ve tebliğine devam eden Bediüzzaman Hazretleri var… Bütün korkutucu vesilelere rağmen halktan bazıları da onu görmeye onu dinlemeye gelerek, her şeyi göze alıyor.


    Menderes merhumun İslamiyet’e sahip çıkmak istemesine rağmen gücünün yetmediği o günlerde, 1956 senesinin son günlerinde Malatya’nın Doğanşehir kazasının Polat nahiyesinden Süleyman Çağan Bey, üç arkadaşı ile Doğanşehir Isparta’daki Üstad’ı ziyaret için trene biniyorlar. Zaman kış…  1956’yı 1957’ye bağlayan yılbaşında Isparta’ya iniyorlar. Ellerinde sadece Nuri Benli Ağabeyimizin otelinin adresi var. Oteli buluyorlar, sokakta bir gence “Üstad Bediüzzaman’ın nerede olduğunu, adresini biliyor musun?” diye soruyorlar. Genç korkulu gözlerle onlara bakıyor ve hiçbir şey söylemeden çekip gidiyor…


    Neyse bir müddet sonra Nuri Benli onları alıp Hüsrev Altınbaşak Ağabeyimizin evine götürüyor. Yanına vardıklarında Muhterem Ağabeyimiz elinde kalem Risale-i Nurları her zaman olduğu gibi nakşetmekle meşgul… Onunla on dakika kadar görüşüyorlar. Bu ziyaretten sonra tekrar otele dönüyorlar... “Acaba Üstad’ı göremeyecek miyiz diye üzüntü içindeler. Bilhassa Süleyman Çağan gizli gizli ağlıyor. O günlerde otelde bulunan ve Nur Efesi namlı kişi de onları teselli ediyor. Bu durum üç gün hep böyle devam ediyor. Üstadın kaldığı ev devamlı gözetim altında…  Kimsenin gelip gitmesini istemeyenler, sızdıkları devlet birimlerinden kurdukları sistemde herkesi baskı altına almışlar. Bu istibdat ve tahakküm yüzünden Üstad, gelenler zulüm görmesinler diye, kapısına gelenlere, “Beni görmek ve ziyaret etmek isteyenler Risale-i Nurları okusunlar.”  diye birer pusula verdiriyor. Buna rağmen bunlar her gün o kapıya gidiyorlar. Bu üç gün boyunca hep Ceylan Çalışkan Ağabeyimize muhatap oluyorlardı. 


    Bu arada sık sık da Bayram Yüksel Ağabeyin elinin termosu ile girip çıktığına da şahit oluyorlardı. Muhtemelen Bayram Ağabeyimiz Sidre’den çok soğuk bir su getiriyordu o zamanlar. Üç gün sonra Üstad Hazretleri Bayram Ağabeye; “Malatyalılar daha gitmemişler mi?” diye soruyor. Bunu evden bir çıkışında kendilerine söylüyor. Onlarda son bir ümitle, “Üstadımıza ziyaret istirhamımız iletir misiniz” diye ricada bulunuyorlar. Bir müddet sonra Bayram Ağabeyin merdivenlerden Isparta’nın gülleri gibi gülümseyen müjdeli bir simâ ile kendilerine doğru koşarak geldiğini görüyorlar. Onlar da içeri girip merdiven başında bekleşmeye başlıyorlar. Üstad, heybetli endamıyla merdivenin başında görünüyor. Uzun cübbesinin uçları yerlerde sürünmesin diye, eteklerini toplamış vaziyette yavaş yavaş merdivenlerden iniyor. İki-üç metre kadar yaklaşıp içlerinden önce Halil Erol’un başına ellerini koyup dualarla ovaladı. Hepsi de hayret etmişlerdi. Çünkü Halil Erol’un başında müzmin bir ağrı vardı ve hiç dinmiyordu… Hatta kendisi için doktorlar iki-üç ay kadar ömür biçmişlerdi. O günden sonra onun başında hiçbir ağrı kalmamıştı.


    İçlerinden Ömer İnan Bey konuşuyor, Üstad’ın sorularına cevap veriyordu. Süleyman Çağan ise heyecandan durmadan ağlıyordu. Kalbi duracak gibiydi; Üstad’ın sorduğu sorulara cevap bile veremiyordu. Onların ülkemizdeki istibdat, baskı ve işkencelerin ne zaman biteceğine dair endişelerini hisseden Üstad, teselli bâbında şöyle diyordu: “Siz merak etmeyin kardeşlerim, bu insanlar başlarını her tarafa vuracaklar, başka çare kalmayınca, İslamiyet’e teslim olacaklar.”


    Bazı sözleri tam anlayamadıkları için Ceylan Çalışkan Ağabey, bir tercüman gibi onların anlayacak şekle getirip söylüyordu. Ayak üzeri on-on beş dakika süren bu görüşmeden sonra, onlar emellerine nâil olmuş şekilde memleketlerine sevinçle dönmek için trene istasyonunu gitmişlerdi. Afyon’a gelince, oradan Ankara’ya gidecekleri için inmişler. Biletlerini alıp, bir camide namazlarını kılmışlar ve trenin kalkış saatini beklemeye durmuşlardı. Afyon o kış gününde çok soğuktu. Pejmürde vaziyetteydiler. Polisler bunları alıp Karakola götürdüler. Sorgu ve suâle çektiler… Dışarıda çok üşüyen bu insanlar karakolun sıcak havasında ısınmışlardı. Polisler de serbest bıraktılar. Tam tren kalkacağı zamana denk geldiği için rahatça, trene binip memleketlerine döndüler. Cenab-ı Hak, polislerin haksız sorgulamalarını bile haklarında rahmete çevirmişti… 

    09 Kas 2022 10:09