Bu çağda böyle sarıklı paşa mı olur?

  • Safvet Senih
  • Safvet Senih
    25 May 2017 15:59
    Rüyalarına giren Bediüzzamanı görmek için Isparta’ya gidip göremeyen Bilal-i Habeşi torunlarından Hafız Ali Mülayim, Ceylan Çalışkan ağabeyin sözüne uyarak askeriyedeki kıtasına gider, teslim olur. Sonrasını kendine has ifadelerle şöyle anlatıyor:

    “Bölükte, onbaşı, sonra çavuş olduk. Bir gün Isparta merkeze bağlı  Eğirdir yolu üzerinde bulunan Ali Köyü tarafından atış talimine gittik. Atış yapıldı, öğle vaktiydi. Herkes istirahat ediyordu. Bazıları yemeğini yiyor, kimisi oturuyor, kimisi uyanıyor; bütün Alay serbest  vaziyette idi. Benim de yanımda tabancamla bir ibrik vardı. O zaman böyle asfalt yollar yoktu, yollar topraktı. Bir de baktım ki: Eğirdir Gölü tarafından yolda tozları kaldırarak  bir taksi geliyordu. Tekrar baktım, içimden, ‘Herhalde bu gelen Tugay Komutanı’nın taksisidir’ dedim. Şimdi buradan geçecek, bakacak subaylar yatıyor, herkes dağınık bir vaziyette ve ceza alacağız diye düşündüm. Komutanım yanımda yatıyordu. Eline vurdum uyandırdım. ‘Ne var Mülayim Çavuş?’ dedi. Dedim:  ‘Komutanım bak, gelen taksi Tugay Komutanı’nın taksisi değil mi?’ Baktı, baktı… Vallahi odur.’ dedi. Hemen düdük çaldı. Herkes kuşandı. Subaylar, ast subaylar, takımlar mangalar herkes bütün alay hazırlandı.

    “Taksi Alay’a yaklaşınca, ben: ‘Esas duruş! Hizaya geel!.. Selam duuur!..’ diye bağırdım. Herkes esas duruşa geçti ve selam durdu. Taksi geldi… Geldi… Birinci takım çavuşu olarak ben de böyle selam durmuşum. Hafifçe eğildim. Baktım taksinin içine. Allah! Allah! Cübbeli, sarıklı birisi ellerini iki yana sallayarak selam veriyordu bize. ‘Allah! Allah! Nasıl olur bu? Osmanlı devletinden hâlâ böyle bir paşa kalsın? Allah! Allah! Askerlikte böyle bir şey de söylemediler ki, bize.’ dedim içimden.

    “Taksi şöyle biraz gitti gitmedi. Komutan bağırdı: ‘Ulan bu işi kim ayarladı?’ Dediler: Mülayim Çavuş! Ben sandım, benimle kafa buluyorlar. Bir de baktım ki, bir tokat, bir daha, bir daha… Ama öyle bir dayak yemişim ki, anamdan emdiğim süt burnumdan geldi. Öyle ki, ağrı ve acıdan sabaha kadar uyuyamadım.

    “1958’ de Isparta’da birbirinin aynı olan iki adet Chevrolet taksi vardı. İkisi de aynı renkti. Birisi Üstad’ın diğeri ise Tugay Komutanı Paşaya aitti. 

    “Sabah oldu, yatağımdan kalkamıyorum. Herkes ictimaya gitmiş. Birden iki tane çavuş içeriye girip üstümdeki battaniyeyi çekerek, bana “Herkes  ictimaya  gitti, sen burada yatıyorsun… Çabuk gel seni binbaşı çağırıyor.’ dediler. 

    “Eyvah!.. Herhalde dayak az geldi, ikinci bir dayak daha yiyeceğim’ dedim.  Kalktım. O zaman tenekeden barakalar vardı. Bana ‘Barakada binbaşı seni bekliyor.’ dediler. Kapıyı çaldım. ‘Gir içeriye’ dedi. Girdim, baktım binbaşı barakanın en sonunda. Elinde bıçak var, bir ağacı yontuyor. Ağaç bir elinde… Bir elinde de bıçak… İçimden ‘Bu bıçak ne? Bu sopa ne?’ dedim. ‘Mülayim çavuş, gel buraya!’ dedi. ‘Geleyim komutanım’ dedim. Biraz gittim, uzakta durup, bakalım ne olacak, dedim. ‘Oğlum gelsene’ dedi. ‘Niye geleyim?’ diye düşünerek, gitmedim. ‘Oğlum gelsene’ deyip bana doğru gelmeye başladı. ‘Korktun mu?’ dedi. Hemen esas duruşa geçip selam verdim. Sonra bana  doğru hızlandı, bana sarılacak gibi pozisyon aldı. Ama bıçak da elinde. Ben aniden geri çekilince, kapaklandı yere düştü. Ben kaçmaya başladım. Arkamdan ‘Mülayim çavuş gel buraya!’ diye arkamdan bağırdı ama ben koşmaya devam ettim. Tâ Nizamiye Kapısına gelmişim. Oradaki çavuş arkadaş, ‘Nedir bu hâlin Mülayim çavuş? Ne oldu?’ diye sordu. ‘Beni vuracak… Çabuk bana bir yer göster’ dedim. ‘Hemen bodruma aşağıya in’ dedi. İndim. Su gibi ter akıyordu üstümden… ‘Lâ havle ve lâ kuvvete, illâ billah, nedir bu hal?’ dedim. Korkudan öğleye kadar orada kaldım.

    Öğlen oldu, herkes yemeğe gitmiş. O çavuş, ‘Gel kimse yok’ dedi. Karavanadan yemek geldi. Yemek yiyeceğim, tam bir kaşık aldım. Hüseyin isminde bir çavuş vardı, dedi ki: ‘Mülayim çavuş, binbaşı senin arkanda. Şaka yapıyor sandım. Bir kaşık daha aldım. Yine ikaz edince, baktım, hakikaten arkamda duruyor… Binbaşı ‘Yemeğini ye’ dedi. Dedim ‘Tok olmuşum’  ‘Tok olmuşsan kalk o zaman’ dedi. Kalktık beraber bir odaya girdik. Kapıyı  içeriden sürgüledi. Kapı sürgülenince ‘Eşhedü en lâ ilâhe illallah  ve eşhedü enne Muhammeden Resûlullah’ dedim. Binbaşı yüzüme baktı… Baktı… Gözlerinden yaşlar geliyordu. Eliyle yüzüne süzülen  gözyaşlarını sildi. Ben kendi kendime bu dayak işine benzemiyor’ dedim. (….)  Boynuma sarıldı. Şefkatle kucaklıyordu. Yüzüme baktı. ‘Mülayim çavuş! Dün o taksinin  içinde geçen komutanı tanıdın mı?’ dedi. ‘Komutanım o dayakları ben yedim. Onun için sana bir şey söylemeyeceğim.’ dedim.  O zaman şöyle dedi: ‘O komutan! Büyük komutan, Bediüzzaman Said Nursi’dir.’ dedi.

    “O binbaşı bizim  bölükte değildi. Olayı duymuş. Beni tebrik etmek için gelmiş. Ben olayı bilerek yapmadım; yaptırıldı…

    Daha sonraları Üstad’ı,  taksiyle geçerken  görüyorduk. Bir defasında koşup elini öptüm. Başımı şöyle okşadı, sonra ‘Git’ diye eliyle işaret etti…”

    Hafız Ali Mülayim Ağabeyimiz bu hatırasını merhum Mustafa Sungur Ağabeyimizin dersanesinde  bir taziye ziyaretimiz sırasında, Sungur Ağabeyimizin isteğiyle bizlere anlattı… Tatlı bir hatıra olarak sizlere takdim ettim. Cenab-ı Hak, bütün Ağabeylerimizden râzı olsun…   

    SAFVET SENİH
    25 May 2017 15:59