Barla Lâhikasındaki Dördüncü mektup Hulûsî Beyin mektubudur. Bu mektupta, Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin vazifesinin mâhiyeti hakkında “Serâpâ Nur olan Kur’an-ı Mucizü’l- Beyanın hak ve hakikatini bu asır insanlarının bilhassa dalâlet fırkalarında bulunanların gözlerine sokacak derecede bazı Kur’an lemaatının zâhir olmasına murad-ı İlâhî taalluk etmiş ve bu mühim işe, elhamdülillah Muhterem Üstadım vâsıta olmuştur.” diyor. Bu güzel tesbitten sonraki ifadelerde, Üstad Hazretlerinin Hulûsî Beye ısrarla cevap vermesini emrettiği bir meseleye işaret ediliyor. Sorunun ne olduğu beyan edilmiyor ama Hulûsî Beyin verdiği cevaptan ne olduğu tahmin edilebilir. Evet cevap çok mühim ki, Hulûsî Bey cevabı verebilmek için önce Allah’ın inayet ve keremine Peygamber Efendimizin (S.A.V.) de meded-i ruhaniyetine sığınıyor ve şöyle diyor: “Mübarek Sözler (Risale-i Nurlar) şüphesiz Kitab-ı Mübin’in nurlu lemaatıdır. İçinde izaha muhtaç yerler eksik olmamakla beraber, küll hâlinde kusursuz ve noksansızdır. Beşerin her tabakası kendi fıtrî anlayışları nisbetinde onlardan hisse ve fayda sahibi olurlar. Şimdiye kadar tenkid olunmaması, her meslek ve meşrep ehline hoş gelmesi, mülhidlerin (inkârcıların, dinsizlerin) dil uzatamayıp ebkem (suskun, dilsiz) kalmaları, kanaatimizin sıhhatine delâlet etmeye kâfidirler.”
Demek ki, Üstad, yazdığı Risalelerin insanlarda, toplumda ve ilmiye sınıfı arasındaki durumunu öğrenmek ve kendi kanaatimi de böylece test etmek istiyor ve bunu bir ihtiyaç olarak görüyor ki, ısrarla Hulûsî Beyden kanaat izharı bekliyor... Bunun da aynı zamanda bir istişâre olduğunu bilmemiz lâzım. Cenab-ı Hak Habib-i Edibi Efendimize (S.A.V.) bile “İş hususunda onlarla istişare et.” (Âli İmran Suresi, 159) ve “Onların işleri, aralarında şûra (meşveret) iledir.” (Şûra Suresi, 38) buyurduğuna göre, meselelerin toplu halde, herkesin fikren, kalben iştirakiyle olması en uygun ve isabetli bir durumdur.
Mektubun devamında Üstad’a vazifesinin bitmemiş olduğuna dair düşüncelerini yazıyor. Bunlar, aslında hayatının gayesini hizmet-i imaniye ve Kur’aniye bilenler herkes için de geçerlidir.
Birincisi: İslamda hiç yeri olmayan bid’atların çoğaldığı bir zamanda kötülüklere sükût etmemiz gerektiğini buyuran hadis-i şerife uymak için, İslamî güzellik ve hakikatlar gönüllere birer müjde gibi ulaştırmak hayat boyu vazifemiz olmalıdır.
İkincisi: Omuzumuza ihsan-ı İlahî tarafından konulan kudsî hizmet hazinesini taşımak hiç bir zaman için muvakkat bir zaman için değildir. Bir de hüsn-ü zannınıza mukabele görürsünüz. Hayat boyu hizmet niyetiniz varsa, Cenab-ı Hak da size ona göre sağlık ve imkânlar bahşeder. Hizmet düşüncesi sizi sapasağlam ve dipdiri tutar. Yoksa emekliye ayrılan işsiz kalmışların bir anda çökmeye yüz tuttuğu gibi bir talihsizlikle karşı karşıya kalabilirsiniz. Allah korusun...
Üçüncüsü: Madem bu hizmette İlahî bir istihdam var. Yani kendi arzumuz ve fikrimizle bu işin içine girmemişsiniz. Vicdanınız şâhit ki, İlahî bir sevk ile bu güzel hizmetin içinde kendinizi bulmuşsunuz. O zaman irademizle çekilmeye kalkmak bir nankörlük olur.
Dördüncüsü: İman ve Kur’an hizmetlerine karşı her zaman için şeytan orduları tarafından hücumlar olur, bunlara karşı sözlü, yazılı ve yaşayış halinde cevaplar verilmelidir. Bu hususta herkesin kendi üslûbuna göre vereceği cevaplar vardır.
Beşincisi: “Komşusu aç iken kendisi tok olduğu halde sabahlayan bizden değildir.” hadisinin bize öğrettiği üzere, çevremizde imana ve Kur’ana aç ve muhtaç bu kadar insan varken, bizim rahatça bir köşeye çekilmemiz söz konusu olamaz.
Altıncısı: Sohbet-i cânânlar çok mühim... Onun için genç ve dinçken yapageldiklerimizi şimdi yapamıyoruz diye üzülmeyelim. Hizmetin pek çok çeşit yapılma imkânları vardır. Yani bir kenara çekilme için hiçbir mazeretimiz olamaz.
Mâruzat kısmında Hulûsî Bey diyor ki: “Üstadıma mâruzatta bulunmak için kalemi elime aldığım zaman, ruhumda büyük bir inkişaf hissediyor ve irademiz dışında kalemim o andaki muvakkat duygularıma tercüman oluyor.” Demek ki, Kur’an Tefsiri Risale-i Nurlar ile ilgili bir işe girişimde, güneş ışığına mazhar olup parıl parıl parlayan bir su damlası gibi birden bire muazzam bir hale bir inkişafa yükselme imkânı var. Ama bununla gururlanıp, kibirlenecek bir durum yok. O durum sadece “muvakkat duygular” ve muvakkat bir inkişaf... Yani kendimizden değil.. Üzerimizde pırıldayan o mücevherler bizim kendi malımız değil, geçici olarak Kur’an hazinesinden ihsan edildi.
Hulusi Beyin arz ettiği ikinci husus ise: “Gelen mahşerdir, gün günden beterdir. Öyleyse kendimi kurtarayım” diye bir köşeye çekilmektense, ben İslamın nurlu hakikatlarını elimden geldiği kadar insanlığa ulaştırmaya çalışmaya gayret ve himmet edeyim. Neticesi Cenab-ı Hakka kalmıştır. Başarmak veya başaramamak benim vazifem değil. Ben usûlüne uygun gayret eder, neticeyi Allah’tan beklerim...
Buna bağlı olarak diyorum ki: Bütün dünyada hiçbir Müslüman kalmasa, biz tek başımıza kalsak bile, yine de “Tek başıma bir benimle ne olur ki.” demeden üzerimize düşeni yapmak mecburiyetindeyiz. Efendimiz (S.A.V.) “Kıyamet koparken bile, o anda elinizde bir fidan varsa onu dikmeye çalışınız.” buyuruyor. Yani “Şu anda diksem ne olur, dikmesem ne olur.” demeyeceksiniz.
Üçüncü husus ise Hulûsî Bey, Üstad’dan bir soruyor ve “Esmâ-i Hüsnâ’dan Rahman ve Rahîm isimleri en âzam mertebede olduklarından mı, yoksa başka sebep ve hikmetle mi Bismillahirrahmanirrahîm kelimesi içine dahil olmuşlardır? Bu da mektubu yazarken kalbime geldi, ben de soruyorum.” diyor.
Bu soru üzerine Üstad Bediüzzaman Hazretleri 8. Mektub’u yazmıştır. Rahman ve Rahim isimlerinin, bütün kainatı kuşattıklarını ve her ruhun bütün ebedî ihtiyaçlarını temin edecek ve hadsiz düşmanlarından emîn edecek güçte nurlu ve kuvvetli göründüklerini ifade etmiştir. Hem bu münasebetle şefkatin aşktan üstün olduğunu da isbat ederek, herşeyi şehvete bağlayıp cinselliği temel dinamik sayanların, kökten yanlış bir yolda olduklarının da dolaylı yoldan işaretini vermiştir. Ayrıca Yakup Aleyhisselam gibi bir peygamberin, oğlu Yusuf Aleyhisselama karşı hislerinin kaynağının da aşk olmayıp şefkat olduğunu; aşkın şefkatten aşağı bir derecede bulunduğunu da Kur’an’ın Yakup Aleyhisselamın şefkat hissini Züleyha’nın aşk duygularından üstün tutmakla gösterdiğini delil getirerek göstermiştir.