Emin Bey, Şark aşiret beylerinden.
1926 yılında Kastamonu'ya sürülmüştü. Kastamonu'da Bediüzzaman'a hizmet
etmişti. 1943'te Denizli'de 9 ay mevkuf kaldı. O da diğer Nur talebeleri gibi
berâat etti. Memleketi olan Van'da ona "Yemen Bey” diyorlar. Üstad
Hazretleri "Emin Bey" olarak değiştirmişti ismini. Nur
talebeleri de "Çaycı Emin Ağabey"
demekteydiler.
Doğu Anadolu'dan sürgün olarak Kastamonu'ya gönderilmişti. Nasrullah Camii’nin
şadırvanında bir çay ocağı kurarak çaycılık yapıyordu. Emin Beyin Kastamonu'ya
gelişinin üzerinden 10 yıl kadar geçmişti.
Yıl: 1936 Nasrullah Şadırvanına, ilk defa gördüğü yaşlı bir insan
gelmişti. (Üstad Bediüzzaman Said
Nursi Hazretleri )
Bir bekçi, doldurduğu testinin başında nezaret ediyordu. Kıyafeti bir hocayı
andırıyordu. Sarıklı, cübbeli... Kastamonu'da, bir Osmanlı Şeyhülislâmının
heybetiyle, fütursuz dolaşıyordu, hem de 1936 yılında.
Emin Bey, gayr-i irâdî olarak kalktı,
doğru yanına yaklaşarak selâm verdi. “Sen nerelisin kurban?”
“Beni takip ediyorlar, bana yaklaşma,
sana zararım dokunur.” İşte bu hasbilik, bu samimiyet, Emin Bey’in gönlünü
tutuşturmaya yetmişti. Nasıl tekrar görüşülebilir, diye çırpınıp
duruyordu. Buradan itibaren Emin Ağabeyin kendi ağzından dinleyelim:
Üstad'ın yatağını satın aldım: Bu nasıl oldu? Kendisini sordum soruşturdum.
Çarşı Polis Karakolunda kalıyormuş. Ara sıra bir bekçi ve polisle birlikte
Kastamonu Kalesine çıkıyormuş. Bir gün bir polis gelip beni çağırdı...
Polisle birlikte kaleye çıktık. Kendileri oradaydı. Polise dedi: ‘Kardeşim, bu
benim hemşehrimdir. Sen bir-iki dakika bizden ayrıl, ben onunla biraz
konuşacağım.’
Polis yanımdan ayrılınca, durumunu acı acı anlattı. Sıhhatinin iyi olmadığını, birkaç defa zehirlediklerini söyledi. Şeker,
çay gibi ufak tefek alacaklarını bir vasıtayla kendisine ulaştırmamı istedi.
“Benim yanıma kimseyi bırakmıyorlar. Ben
komisere söyleyeceğim, yatağımı birisine satacağım. Yalnız arada bir vasıta
olsun ki, ara sıra sen gel, bir şeyler lâzım oldukça, hem onu alırsın, hem de
bu yatak meselesini hallederiz.” dedi. Bana üç tane sarı altın
verdi. “Bunlar Harb-i Umumîden kaldı. Uzun yıllar saklıyorum. Bunları
yanına al, bozdurursun, bana lâzım olanları bununla alırsın.” dedi. Ben de
durumumun iyi olduğunu söyleyince, “Kat'iyyen
karşılıksız bir şey kabul etmem.” dedi. Altınları alarak birisini çarşıda
bozdurdum.
Ertesi gün komiser beni çağırdı. “Bu Hocaefendi yatağını satmak istiyor,
sen bunun yatağını alır mısın?” dedi. Ben de alacağımı söyleyince, “Sen
bununla nereden tanışıyorsun?” dedi. Ben de “Hemşehrimdir, tanışırız.”
dedim.
Yatağı alacağımı söyleyince karakolun üst katına, kaldığı yere çıktık. (Üstad:
İlk Kastamonu’ya geldiklerinde, bir müddet
merdiven altında tuttular.
Akşamları Alman Kilidi ile kilitliyorduk. Üstad, teheccüde kalkınca
kilit kendiliğinden açıldı. S.S.)
Yatağa baktım. Yirmi beş lira
kıymet biçtik. Yatağı tekrar kendisine kiraladım. Bu vasıtayla, her gün yatağın
kirasını almak için karakola gidip geliyordum. İhtiyaçlarını böylece temin
ediyordum. Nuri isminde bir komiser
vardı. Zaman zaman Üstad'a eziyet ediyor, üç günde bir gelip odasını arayıp
tarıyordu. Bir gün bu komiser çok şiddetli hasta olmuş; kafası, kulağı ağrımış.
Ne yapsalar ağrı ve ızdırap dinmemiş. Sonra komiserin kayınpederi, “Sen Bediüzzaman'a eziyet ediyorsun, bu
sebepten bu hastalık başına geldi.” diyor. Adam gelip Üstad'dan özür
diledi, iyileşmesi için dua etmesini rica etti: Ankara'ya kaç defa doktora
gitti geldi. Nihayet annesi ve ailesi kendisine, “Sen Bediüzzaman'a çok
eziyet ettin, onun bedduasına uğradın. Onunla helalleşmen, ondan özür dilemen
lâzım.” diyorlar. “Bir daha onun kitaplarına, derslerine karışma.” diye
kendisini ikaz ediyorlar.
Ailece gelip Üstad'dan özür dilediler, affetmesini, hakkını helâl etmesini
istediler. Üstad onlara: “Ben
ona bir şey yapmadım. O Kur'ân'ın tokadını yedi.” dedi. Haşir Risalesi'ni onlara verdi. Hâfız
Nuri'nin kitabı okumasını söyledi.
Üstad, çıkıp dağa giderken hemen
peşine polis ve bekçiler düşerdi, dağda ne yapacak diye... Dağda oturur,
ibadet eder, eserlerini yazar, tashih eder ve dönerdi. Sabahları erkenden
evine gidip sobasını yakardım. Yine böyle bir gün gitmiştim. Çok soğuk bir
gündü, farkına varmadan sabah ezanından iki saat önce gitmiştim.
Seccadenin
üzerinde ibadet ediyordu. Mum ışığında, seherin soğuğunda, hazin bir sesle dua
ediyor, için için yalvarıyordu.
Ben
heyecan içerisinde tam bir buçuk saat ayakta bekledim. Bu ulvî hali titreyerek,
ürpererek seyrettim. Nihayet ezan
sesleri uzaklardan gelmeye başladı. Ama o zamanki malûm Türkçe ezan sesleri..
Dönüp bana dedi: