Dilemma

  • Safvet Senih
  • Safvet Senih
    03 Eki 2018 12:07
    Amerika’da tanıştığımız Prof. Dr. Kenan Bal, “Kâinatta herşeyin bir ANTİ’si var.  Madde ve anti madde gibi… Bunlar  birbirini nefyediyor. Öyleyse, Allah’tan başka her şey her an fâni” diyor. İlm-i İlâhînin herşeyi kaplamış olması meselesinde de “Allah’ın ilmi her şeyi kaplamış. Öyleyse O’nun bildiğini yapıyorum. Ayrıca ne yapacağımı da O biliyor. Yani ilim maluma tâbî, yani ben yapacağım için biliyor. Bu bir dilemma.” diyor. Misal olarak da eski Yunan’dan birisinin yetiştirdiği öğrencisine, “Bir dava kazandığın zaman bana borcunu öde. Dava kaybettiğin müddetçe, bana bir şey ödemek zorunda değilsin.” diyor.  Öğrenci parayı ödemiyor diye onu mahkemeye verdiğini, mahkemeyi hocanın kazanıp talebenin kaybetmesi üzere; talebenin davayı kaybettiği için borcunu ödemek zorunda olmadığını, halbuki hocanın davayı kazandığı için hakkını alması gerektiğini yani iki tarafın da haklı olduğunu söylüyor… İkinci misal olarak eski Mısırlılardan kalma bir hikayeye göre bir timsahın bir kadının çocuğunu kaçırdığını daha sonra çocuğun annesine “Benim ne yapacağımı bilirsen sana çocuğunu vereceğim” dediğini, kadının “Sen  vermeyeceksin!” deyince, “Bildin, öyleyse bildiğin gibi vermeyeceğim” dediğini. Kadının  “Madem bildin, sözünde dur; hani ben senin ne yapacağını bilince, çocuğumu vereceğini söylemiştin ya” dediğini ve her ikisinin de haklı gözüktüğünü söylüyor.

    Bir mozahist (kendisine işkence yapılmasından zevk alan kişi), bir sadiste (işkence yapmaktan zevk duyan kimseye), “Haydi beni yumrukla!..” diyor. Sadist ise “Hayır!” diyor. Böylece, onun zevk alacağı dayak atma yerine, işkence duyacağı bir iş yapmış oluyor. Çünkü dövmemesi de ona işkence hissi veriyor. Dolayısıyla mânevî bir işkence yapmış oluyor. Hem sadist, hem de mozahist zevk almış oluyor. Tabii bunu sadistin ince bir zekâ ile keşfetmiş olması gerekir… Aslında bu da Yusuf  Kenan Bal’ın dediği dilemmaya benziyor. Fakat onun dilemmaya kaderi  bir meseleye benzetmesi doğru değil… O mesele bir dilemma değil…

    Cenab-ı Hak, sonsuz ilmiyle, bütün kainatı ve her zerresini, her şeyiyle, geçmişiyle geleceğiyle, olanı ile olacağı ile biliyor. Öyle olmasa şu kainattaki âhenk ve düzen nasıl devam edebilir? Hiçbir insanın parmak çizgisini öbürüne benzetmiyor. Onun için her bir hücreye ve içinde iş gören her bir zerreye  her an hâkim olması ve kontrolunda tutması gerekir. Bu derece sonsuz bir ilme sahip olan Cenab-ı Hak, o insanın her ne vakit, ne yapacağını, ne keyfiyette olacağını bilmez mi? Elbette bilir. Ama ilim başka, irade başka ve  kudret başka tecelli eder. Bu O’na ait bir ilim… İnsan ise iradesiyle hareket etme ve sonuçlarına göre mükafat veya ceza alacak bir hürriyette yaratılmıştır. Suç işlemeye zorlama gibi bir durum yoktur. Onun için iradesini kullanışına göre karşılık görecektir. Eğer iradesi olmasaydı, mesul olmazdı. İşte bu ölçüler içinde meseleye bakmak gerekir… 

    * * *

    Üniversite öğrencilerinin baş örtüsünün çok tartışıldığı günlerdeydi. (1985-1986)  Konya Emniyetinin narkotik şubesinden bir baş komiser, DGM  Başkanına “Ben her yerde tesettürü savunuyorum. Belki beni mahkemeye verirler… Öyle bir şey olursa, ben size soracağım: ‘Siz tesettürü kabul ediyor musunuz, yoksa kabul etmiyor musunuz?”  diyeceğim. Eğer “Hayır” diye cevap verirseniz, işte Müftüden aldığım  resmi belge… Tesettür Kur’an âyetleriyle tesbit edilmiş… Bilirsiniz, Kur’an’ın bir harfini inkâr eden kimse, Müslümanlıktan çıkar ve  gayr-i Müslim olur. Siz de öyle olursunuz. O zaman “İnin oradan bakayım. Çünkü siz bizim kanunlarımıza göre hâkim olamazsınız; hâkimler gayr-i Müslim olamaz. Siz ise inkâr etmekle İslamiyetin dışına çıkmış oluyorsun.” diyeceğim, demişti. Ama böyle bir kanun maddesi o zaman var mıydı bilmiyorum…

    * * *

    Lisede öğretmenliğim sırasında, çok merhametli iyilik sever bir öğrenci vardı. Onunla ilgili çok olaylara şahit olmuştum. Fakat o günlerde okullarda çok modaydı. Ben onun bir arkadaşına, hem de benim dersimde, fısıltı halinde, “Ben komünistim” dediğini duydum. Bu husus, duymaktan çok, bir hissediş, bir dudak kıpırtısını fark edişten ibaretti. Çok üzüldüm. Ona, “Sen dinsiz olamazsın… Olsan da kalamazsın… Komünizm, inkarı ve  dinsizliği de kapsar. Allah sana o kadar güzel hasletler vermiş ki, öyle dinsiz kalman mümkün değil… Veya sen komünizmin ne olduğunu bilmiyorsun…” meâlinde bir konuşma yaptım. Utanmış, kıpkırmızı kesilmişti… Üzerine fazla varmadım. Birkaç sene sonra İlahiyat fakültesinde öğrenci olan bir tanıdığım dedi ki: “Ağabey ben Narlıdere taraflarında bir camide yaz tatilinde görev yapıyorum. Bir albayın oğlu var. Bu günlerde yanıma gelip gidiyor. İsmi Hüseyin Emre… Geçen gün büyük bir tehlike atlattı. Ağabeyi ile beraber denizde bir tekne ile dolaşırken birden bire bir rüzgara kapılıyorlar. Rüzgar tekneyi döndüre döndüre sahilden çok uzaklara sürüklüyor. Avukat ağabeyi ile beraber endişe içinde ha battık, ha boğulduk diye uzun  zaman ölümü beklerken, askeri bir helikopter  imdatlarına yetişiyor ve kurtuluyorlar. Bana dedi ki: “Bizim bir din bilgisi ve ahlak dersi öğretmenimiz vardı. Ben kötü bir söz söylemiştim, bana sen dinsiz olamazsın, demişti. Ölümü beklerken hep onu hatırladım. Bir yandan da şehadet getiriyordum.”
    İşte sizlere hatıralardan oluşan bir takdim… 

    Safvet  Senih 
    03 Eki 2018 12:07