Albay Hulusî Ağabey, bir mektubunda Üstadımıza
şöyle hitap ediyor:
Bizler ki, Elhamdü-lillâhi-teâlâ, ahiret kardeşiniz, Kur'ân hizmetinde âciz hizmetkârınız, esrar-ı Kur'aniyenin beyanında, eşşükrü-lillâhi-teâlâ, "Ashab-ı Kehf" gibi musahibiniziz. Liyâkat ve kifâyetimizin çok fevkınde mahzâ bir lütuf ve inâyet-i Samedânî olarak talebeniz bulunuyoruz. Bundaki niam-ı Sübhaniyeye hamd ve şükürden âciz bulunuyoruz.
Hulûsi
Bu Hulûsî Bey, Üstad’a kendilerinin hem âhiret kardeşi, hem hizmetkâr, esrar-ı Kur’aniyenin beyanında Ashab-ı Kehf gibi musâhib, hem talebe olduklarını söylüyor. Malum Kehf Suresinde üç önemli husus var... Birincisi Ashab-ı Kehf... İkincisi Hızır ve Musa kıssası... Üçüncüsü Zükarneyn Aleyhisselam... Aslında bu üç mevzu sıra ile her İslamî ve imanî gelişmenin üç mühim dönemine işarettir. Birincisi, mağara dönemidir. Yani meselenin fikriyatının hazırlandığı, meselenin çekirdeğinin hatta nüve kadronun oluştuğu dönemdir. İkincisi esrar dönemidir. Dünya olaylarının ve gelişmelerinin anlaşılarak geliştirilen stratejilerin uygulamaya konulduğu safhadır. Üçüncüsü çağını tam kavrayanların dünya ile hesaplaşma dönemleridir. İşte burada Hulûsî Bey, Ashab-ı Kehf benzetmesiyle birinci döneme işaret ediyor.
Otuz İkinci Sözün Birinci Mevkıfını, Ramazan hediyesini ikmale muvaffak oldum. Tevfîk-ı Hudâ yoldaşım olursa diğerlerini de emir buyurduğunuz müddette yazarım. Bu kadar kıymetli ve nurlu Sözler'in en hüsünlü hatt ile hattâ altun ile yazılması lâyık ve muktazi iken, hasbe'l-kader bu biçâre kardeşinizin perişan ve belki ancak okunabilir, hatalı hattı ile yazılması da, hamd ve şükrümü artırmağa vesile oluyor ve her vasıta ile aldığım meserret-bahş selâm ve iltifâtât-ı fâzılânelerinin ve her biri Risale-i Nur'â bir zeyl ve tefsir ve hâşiye makamındaki cihan-değer emirnâme-i ârifânelerinden maddeten dûr bulunacağımdan dolayı çok müteessir olacağım.
Fakat mânevî ciheti böyle düşünmüyorum ve nerede bulunursam bulunayım, înâyet-i Bâri ile aldığım dersi dinletecek bir muhatab bulmağa çalışacak ve neşr-i hakikat yolunda acz ve fakrıma bakmıyarak, duanızla elimden gelen her çareye başvuracağım için müteselli oluyorum.
Yalnız, dünyevî vazifeler ile uğraşmak ise, fıtraten hoşlandığım ve hakâikına meclûb olduğum nurlu Sözler'le iştigalime kısmen mâni' oluyor. İşte buna müteessifim, fakat elimden bir şey gelmiyor. Her geçen gün dünyanın fenâ ve fâni yüzünü daha ziyade üryanlığıyla göstermekte ve bu hayatta bâki ve sermedî hayat için bir şey kazanılmadan geçen vakitlere teessür hâsıl ettirmektedir. Sureten ayrıldığımıza o kadar müteessir değilim. Bilhassa sevgili Üstadın son dersi, bu fâni dünyanın en zevkli halinden pek çok yukarı derecede bir bâki hayat olduğunu kat'iyyetle müjde etmektedir.
Hulûsi
Bu mektupta Hulûsî Bey, Üstad’dan ayrılığının üzüntüsünü, Risalelerin önemini ifade ediyor. “Her vasıta ile aldığım sevinç, sürûr bahşeden selam ve faziletli iltifatlarınızın ve herbiri Risâle-i Nur’a bir zeyl, bir tefsir ve bir hâşiye makamındaki cihan kıymetindeki ârifâne emirlerinizden maddeten uzak bulunacağımdan dolayı çok müteessir olacağım.” demesinden, daha ta o zamanlar, Üstad’ın Sözler, Mektubat, Lemalar ve Şualar gibi büyük eserlerin yanı sıra, yazdığı mektuplar, söylediği söz ve nasihatların da tesbit edilip kayıt altına alınmasını arzu ettiğini, bunların bir gün Risalelere zeyiller (ekler), lâhikalar, tefsir ve hâşiyeler olacağını fark ettiğini anlıyoruz.
İnsanlarda normalde her geçen gün biraz daha enâniyet ve dünya sevgisi genç kalmaya devam ederken, Hulûsî Bey için ise Risalelerle meşguliyeti sebebiyle –kendi ifadesiyle –her geçen gün dünyanın fena ve fani yüzünün daha ziyade bütün çıplağı ile göründüğü; ifade edilmektedir. Bu ise ruh ve gönül uyanıklığı demektir. Gaflette kalmamak ve hakikatlara uyanmak isteyen her aklı başındaki insan da Hulûsî Beyin bu halinden ders alması gerekmektedir.