Filipinler'de bir güven kalesi

  • Safvet Senih
  • Safvet Senih
    12 Eyl 2024 01:07

    Niyazi  Sanlı, Filipinler’den  hatıraları  şöyle anlatıyor:

    İkisi lise mezunu, üç genç... Manila’ya, ceplerindeki üç beş kuruşla çıktılar yola. İlk defa gittikleri bu uzak memlekette tanıdıkları kimse yoktu. Kalacak yerleri de...  Ellerinde birer valiz, Filipinler’in başkenti Manila sokaklarını ve insanları tanımaya çalışıyor, vakit namazlarını Keipo Camii’nde kılıyorlardı. Dahası, orada yatıp kalkıyorlardı.

    Manila, bir yönüyle “çakma” New York... Çok ama çok zengin insanlarla gerçekten yoksulluğun dibini yaşayan insanlar bir arada yaşıyordu burada. Makas oldukça fazla açılmış… Müslümanların yoğun olarak yaşadığı, eski Manila olarak da adlandırılan Keipo’da, yol kıyısında, leğen içinde banyo yapan bir insan görmek sıradan bir durumdu. Yüksek katlı, lüks bir rezidansın iki yüz metre uzağında üç dört metrekarelik baraka bir evde hayatını devam ettirmeye çalışan yoksulların sayısı ise azımsanmayacak kadar fazla. Deniz kenarına hiç uğramayın… Karmakarışık... Tuvaletsiz, banyosuz, elektriksiz, kapısız, penceresiz, derme çatma kulübeler neredeyse üst üste yığılmış. İnsanlar ölmekle yaşamak arasında ucuz bir hayat yaşıyorlar.

    Müslümanlar adına son derece vahim bir tablo var burada. Hayat şartlarının zorluğunun yanı sıra, Müslümanlığı temsil açısından da son derece yetersiz bir İslam beldesi Keipo... 

    Filipinler’de Avrupalılara ve Amerikalılara karşı tarifsiz bir özenti var. Onun için de beyaz tenli olmak büyük bir avantaj... Türkiye’den gelen beyaz tenli bu üç genç, çok geçmeden cami cemaatinin dikkatini çekmiş.

    Burada ne arıyorsunuz? Maksadınız?!

    Biz okul açmak istiyoruz. Yurt da olabilir.

    O zaman burada oyalanmayın siz, Zamboanga’ya gidin. Orada yapılmış bitmiş, boş duran bir okul var. Oradakiler size yardımcı olabilir.

    Gemiye atlayıp Zamboanga’nın yolunu tuttular. Uçağa verecek paraları da yoktu zaten.

    Verilen adres ve isimleri nihayet buldular. Sözü edilen okula baktılar, binayı incelediler, eksiklikleri not aldılar. Zaman kaybetmeden de Türkiye’deki arkadaşlarına haber verdiler.

                            

     

    Yıl 1994…

    On beş bin kilometre uzaktan gelen bir okul müjdesinin ne anlama geldiğini, o günlerde bunu yaşayanlar anlayabilir ancak. Dualara ve müjdelere girmiş olan bu binanın idarecilik vazifesi, Ferhat Bey’e teklif edilir. Eğitimci bir babanın oğlu olan Ferhat Bey, o zamana kadar olduğu gibi bu teklifi de reddetmez.

    Ferhat Bey! Zamboanga’da okul hazır, öğrenci hazır, öğretmen hazır! Gidip idarecilik yapacaksınız sadece.

    Ferhat Bey, Yozgatlı. İstanbul’da büyümüş. Boğaziçi Üniversitesi’nden mezun olur olmaz Türkmenistan’a gitmiş fedakâr bir eğitim neferi… İki yıldır Türkmenistan’da öğretmenlik yapan Ferhat Bey, tası tasağı toplayıp büyük bir heyecan, şevk, merak ve sevinçle Türkiye’ye geldi. Aşgabat Havalimanı’nda, arkadaşı Deniz Bey, Ferhat Bey’e yaklaşarak:

    Hocam, Filipinler’e gidecekmişsin, hayırlı olsun, dedi.

    Kısmetse gideceğiz...

    Hocam, çok uzak değil mi orası? Ben haritada baktım, Filipinler’den sonra kara parçası yok gibi... Uzay boşluğu başlıyor resmen!

    Ferhat Bey, Deniz Bey’in verdiği bu büyük moralle (!) apar topar Türkiye’ye geldi ve ilgili kişiyi buldu.

    Ben Ferhat! Filipinler’e gideceğim. Okul, öğrenci, öğretmen hazırmış, idareci lazımmış?

    Ferhat Hocam, ben okulu gördüm. Oralar çok sıcak. Kapı pencereye ihtiyaç yok. Elektriğini, suyunu bağlayıp içine gireceksin. Hepsi bu...

    Talebe var ama, değil mi?

    Sen bulacaksın hocam.

    Öğretmenler?..

    Talebe bulunca o konuda da yardımcı oluruz inşallah.

    Ferhat Bey, yeni bir sefere çıkmanın heyecanı ve aklında cevapları sisli bin türlü soru ile uzun bir uçak yolculuğu sonrasında Manila’ya ulaştı. Yol, git git bitmiyordu. Yalnızca uçuş süresi on beş saatti. Aktarma ve beklemelerle birlikte yirmi dört saate varan yorucu bir yolculuk...

    Bu arada, Ferhat Bey’in arkadaşı Deniz Bey’e ne mi oldu? Çok geçmedi, Ferhat Bey’in gittiği ülkeden daha yakın (!) bir ülkeye, “dünyanın dibi” diye tabir edilen Avustralya’ya gitti kendileri.  

    Bizim gerçek dünya olarak nitelediğimiz şehirlere hiç benzemiyordu Zamboanga. Bıçak sırtı bir yer… Dünyanın öteki yüzü…  

    Hayat ve ölüm sırt sırta burada. Varlık ve yokluk üst üste… İnsanların emekleri, hayatları sudan ucuz. Başka bir gezegene ait bir film çekilmek istense, herhalde plato olarak Zamboanga kullanılabilirdi. Düşünceler, mantık, kültür, hayat tarzı, anlayışlar, yemekler, insanlar, her şey ama her şey farklı. Sadece bu farklılıktan kaynaklanan zorluklar bile çile olarak bir insana ömür boyu yeter de artardı.

    Zamboanga, Moro Müslümanları olarak tanınan grupla Filipin hükümeti arasında en şiddetli çatışmaların uzun zamandan beri devam ettiği bir ada. İşte bu sebeple bıçak sırtı… Ve yine bu sebeple dünyanın en problemli bölgelerinden biri Zamboanga. 

    Elinde bir adres vardı Ferhat Bey’in. Okulun adresi. Sordu, tarif aldı. Yerel şehir içi ulaşım aracı “cipney”e bindi. Yol akmaya başladı. Şehir merkezinden uzaklaşıyordu. Uzaklaştıkça da çevrenin, hayat şartlarının, yolların ve evlerin kötüleştiğini çıplak gözle görebiliyordu. Kat edilen her bir metrede içine bir karamsarlık düşüyordu. Uzakta bir büyük bina gördü. İçinden, bu bina değildir inşallah, diye geçirdi. Okul olabilecek büyüklükte bir başka yapı da yoktu gerçi çevrede. Cipneyin şoförü onu tam da o binanın önünde indirdi, eliyle işaret etti. 

    Aradığınız bina bu, dedi. Gaza bastı ve yoluna devam etti.

    Ferhat Bey; merakla, heyecanla, aşkla, şevkle, endişeyle, ürkek adımlarla okulun bahçesine girdi. Gezmeye başladı. Bir taraftan notlar alıyor, diğer taraftan da bu binanın nasıl adam edilebileceği konusunda kendi kendine fikir jimnastiği yapıyordu.

    Bahçede keçiler otluyordu. Binanın bazı katları da ağıl olarak kullanılıyordu. Kapı, pencere, elektrik ve su hak getire. Tam bir harabe… Ferhat Bey, gerekli notları aldıktan sonra büyük bir heyecanla Üstad Şerif’in yanına gitti. Üstad Şerif, bu binanın sahibi olan vakfın yetkilisiydi. Ona bir şeyler anlatmaya, ondan da destek almaya çalıştı Ferhat Bey. Saatlerce dil döktü:

    Bize yardımcı olun da bu köhne binayı tamir edelim. Hem ben buraların yabancısıyım. Kapı nerede yapılır, pencere nerede bulunur, tadilat ve tamirat işleri burada nasıl halledilir; hiç bilmem.

    Üstad Şerif, tepeden tırnağa süzdü Ferhat Bey’i. Alaycı bir eda takındı. Hatta yüzünde acı bir tebessüm de vardı.

    İyi de, ben binayı vermedim ki…

    Ama nasıl olur, bana verdi, dediler. Ben o yüzden buradayım.

    Sadece gelsinler, görüşelim, dedik.

    Ferhat Bey, bu beklenmedik durum karşısında ümidini kaybetmedi. Üstad Şerif’in bu anlamsız resti onu pes ettirmeye yetmedi. İstediğini almadan da masadan kalkmaya niyeti yoktu Ferhat Bey’in. “Ortada okul bile yokmuş meğer.” dedi kendi kendine. “Ama ne olursa olsun, ben boşuna gelmedim bu uzak ülkeye. Açacağım okulumu, açacağım Allah’ın izniyle!

    Üstad Şerif ise kendinden emindi, yetmedi, Ferhat Bey’i hafife alıcı bir üslupla devam etti:

    Burada okul açmak için bula bula seni mi gönderdiler? Burayı profesörler bile işletemedi. Sen mi işleteceksin? Sen daha dünkü çocuksun, benim çocuğum yaşındasın.

    12 Eyl 2024 01:07