“Bakıldığında sadece taş ve kayalıktan ibarettir UHUD… Ancak, Asr-ı Saadet’e doğru bir yolculuk yapıldığında, o taşlar –kayalar nasıl da dile gelir, bakın neler neler anlatır bizlere… Savaş bitmiştir, Resul-ü Ekrem Efendimiz (S.A.S.) şehitlerin başına gelir, teker teker ziyaret eder, dua eder, bir süre durup düşünür ve âlemlere âşina o mübarek gözlerden yaşlar süzülür… Musa’ab bin Umeyr’in başına gelir, uzun uzun bakar, dalar gider Mekke’li günlere…
“Şu an tanınmaz şekilde parçalanmış olarak yerde yatan şehit, bir zamanlar kabilesinin ve şehrinin en yakışıklı, en zengin, en asil gençlerinden biridir. İslâm’la şereflendikten sonra, dünyaya ait her şeyini elinin tersi ile itmiş, geriye tek kuru bir canı kalmış ve onu da Hakk yolunda feda etmiştir. Zamanındaki kızların arkasından bakmaya doyamadıkları Mus’ab şimdi üzerini örtecek bir kefenden mahrum vaziyettedir. Bir yanda kanlar içinde yatan yiğit Hz. Enes bin Nadr bir seda bırakıp göçmüştür ötelere: ‘Allah Resulü öldürüldüyse sizler ne duruyorsunuz, sizler de o uğurda ölsenize! Ben şu Uhud’un arkasından Cennet kokularını duyuyorum!”
“Göz yaşlarını tutamayan Efendimiz (S.A.S.) bu hâlet-i ruhiyesi ile buyurur ki; ‘Her kim (burada yatan) Uhud şehitliğine gelir, selam verirse, şehitler de onlara selam ile mukabelede bulunur, bu hal böylece kıyamete kadar sürer gider.”
“Mezarlar kazılır, yer sıkıntısı olduğu için şehitler kabre ikişer ikişer konulur. Kur’an’ı iyi okuyan alta, diğeri üste konur; birbirini sevenler, kardeşlik akdi yapanlar aynı kabre konur. Mesela Hz. Hamza, yeğeni Abdullah İbn-i Cahş ile birlikte defnedilir. Genellikle Uhud şehitliğini, gruplarla beraber, kuşluk vakti ziyaret ederiz. Bir seferinde de iki üç arkadaşla ikindi üzeri gittik, hiç kimseler yoktu… Tabiî çok sevindik, şehitlerle baş başa kalmıştık, ziyaret esnasında şehitlere selam verdikçe burnumuza öyle güzel kokular geliyordu ki, tarifi imkânsız. Sanıyorum, CENNET KOKUSU bu olsa gerek.” (N. T. Seferlerim)
* * *
M. Fethullah Gülen Hocaefendi, Fütüvveti şöyle ele alıyor: “Gençlik ve yiğitlik sözcükleriyle karşılamaya çalıştığımız fütüvvet, örfî mânası itibariyla, kerem, sehâ, iffet, emânet vefâ, şefkat, ilim, tevâzu ve takvâ gibi gerçekleri özünde, toplayan bir mânâlar ve dinamikler halitası (karışımı) ve Hak yolcusunun uğradığı makamlardan bir makam, fakr u fenadan bir renk, vilâyetten de bir sestir.
“Tamamen başkaları için yaşama anlayışına kibirlenme ve her türlü ezâyı, cefayı ‘of’ demeden sineye çekmenin bir ünvanı olan fütüvveti hüsn-ü hulukun derin bir buudu ve mürüvvetin ayrı bir televvünü saymak da mümkündür.
“Delikanlı mânâsına gelen ‘fetâdan türetilmiş ‘fütüvvet’ bazılarınca, her türlü fenalığa baş kaldırmanın remzi ve ihlaslı ubudiyetin de ünvanı sayılmıştır ki, ‘Gerçekten onlar Rablerine inanmış (genç) yiğitlerdir; Biz de onların hidayetlerini artırdık ve kalblerini îmânî irtibatla metânetleştirdik de o zaman baş kaldırıp: Bizim Rabbimiz bütün semâvat ve arzın da Rabbidir’ dediler. ‘Biz asla O’ndan başkasına ilâh diyemeyiz. Desek o zaman haddini aşmış biz yalan söylemiş oluruz.’ (Kehf Suresi, 18/13-14) âyeti bunun beliğ bir tercümanı ve gürül gürül bir beyanıdır. ‘Putları diline dolayan, İbrahim dedikleri bir yiğit işittik.’ (Enbiya Suresi, 21/60) fermanı ise, himmeti insanlık, tek başına bir millet sayılan ve ferdiyet üstü bir şahsiyete sahip gerçek bir fütüvvet erinin güç, tesir ve içinde bulunduğu toplum nezdindeki mânasını ifade etmektedir.
“Hz. Ali (r.a.) ömrünü isar esaslarına göre yaşadığından dolayı bir kış günü yazlık elbise içinde tir tir titremesine kadar her hali ile FÜTÜVVET’in temsilcisi kahraman bir FETA (Genç, yiğit) idi… Ve ‘Ali gibi yiğit, Zülfikâr gibi de kılıç bulunmaz’ sözünün tam mâsadakı idi. O, tertemiz olarak dünyaya gelmiş, nezâhat içinde yiğitçe yaşamış, dünyanın kirlerine bulaşmadan da Allah’a ulaşmıştı.”
“Fütüvvet yolu Kafdağından geçen define. Bu defineden düz yolda yorulanlara ne?!”
(Kalbin Zümrüt Tepeleri, Fütüvvet)