Bir arkadaşımız anlatıyor:
Eğitim müesseselerimizi tanıtmak ve destek ve katkılarını sağlamak için iş adamlarını Hacı Kemal Erimez Ağabeyle beraber ziyaret ediyorduk. Yine böyle büyük bir iş adamının bekleme salonunda bekliyorduk. Ama beklemekten benim sabrım tükenmişti. Ben “Kemâl Ağabey artık ben beklemek istemiyorum. Bu adam bizi oyalıyor, sen beni bırak ben gideyim!” dedim. Bana dedi ki: “Eğer gelecek hayrı bu adamdan bekliyorsan, hemen git!” dedi. Ve ilave etti: “Ben bundan beklemiyorum ki: Ben Allah’tan bekliyorum. Bu adamın kapısı op bekleme yerlerinden birisi. Ben de imkân sahibiyim, benim de onur ve izzetim var. Ama ben işin gerçeğinin böyle olduğunu düşünerek sabırla bekliyor ve Cenab-ı Hak bu Hizmete, bu kapıyı vesile ederek imkânlar ve hayırlar gönderecek diye itikad ediyorum. Sen bilirsin.” dedi.
** ** **
Arkadaşımız Mehmet Beyle Adanmış ruhla öğretmenlerimizle beraber hizmete giden fedâkâr belletmenlerimizden bahsediyorduk.
Dedi ki: Artık Almanya’ya yerleştik sayılır. Bizim orda bir market sahibi var. Alış-verişe gidince bazan ofisine uğruyorum, sohbet ediyoruz. Geçenlerde şöyle bir uğruyayım diye kapısını tıklattım. “Gel bak burada birisi var” dedi. Girdim, baktım bir genç oturuyor. Hizmeti ve arkadaşları tenkit edici sözler söylüyor. Bana da “Siz güzel okullar, kolejler açtınız, zengin çocuklarını yetiştirdiniz, zenginlere yaltaklık yaptınız!” dedi. (Sanki bursla okuttuğunuz öğrencilerden ve Güneydoğuda açtığımız dünya kadar okuma salonlarında bedava okutup yetiştirdiğimiz fakir aile çocuklarından hiç haberi yok.) Ben hiç itiraz etmeden: “Doğru söylüyorsun… Evet ben de onların kapısına çok gittim. Eğildim, büküldüm, yüz suyu döktüm. Ama niçin? Benim de bir kuyumcu dükkanım vardı. Onlara şahsen hiçbir ihtiyacım yoktu. Ama, Orta Asya’ya dünyanın pek çok uzak ülkesine öğretmen kardeşlerimizi eğitim hizmetlerine göndermiştik. Ama burs seviyesindeki maaşlarını TL. ile değil, dolar olarak göndermek zorundaydık. Türkiye’de ekonomik şartlar devamlı enflasyonu tetikliyordu. Öğretmenlere bu bursları zamanında gönderemiyorduk. Birkaç ay arkadan gidiyordu. Duyuyorduk ki, para gelmeyince uber yapanlara, ek işlerde çalışıp ev geçindirmeye çalışanlar lahana gibi sebzeleri suda kaynatıp içine ekmek doğrayarak karınlarını doyurmaya çalışanların sıkıntılarını duyuyor, bazen üç gün kendi işimizi, dükkanımızı bırakıp o dediğin zenginlerin kapısına gidip iki büklüm o öğretmen kardeşlerin durumlarını izaha çalışıyorduk. Onlardan temin ettiğimiz imkânlarla oralarda onların eğitim hizmetleri yapmalarını sağlıyorduk. (Bak bu gün için de, her şeyimizi, o dükkanlarımızı da elimizden alıp, her türlü imkanlarımıza çöktüler, işte bu gurbet illerindeyiz. Ama gönlümüz rahat!)
Bu sefer o genç biraz insafa gelerek dedi ki: “Ben bunları bilmiyordum. Baba ben de sizin kolejlerinizde okudum. Hatta bir gün arkadaşlarım şaka yapıyoruz diye beni aldılar kaldırıp havada hoplatmaya başladılar. Bir ara havaya attılar ama tutmadılar. Ben yere yığıldım, kaldım. Kaçıp gittiler, yerimden kalkamıyordum. Ufak boylu çelimsiz bir belletmen ağabey gelip beni öz kardeşi gibi kucaklayıp revire götürdü, anne şefkati gibi merhametle ve sevgiyle etrafımda döndü durdu. Bunu da hiç unutamam.” dedi. Amerika’nın bir bölgesinde birkaç sene önce İbrahim isimli bir eğitimci kardeş hemen gözümün önünde tecessüm etti. Tanışmış ve telefonlarımızı almıştık. Hemen açtım telefonu. Ama hemen cevap vermedi sonra aradı, çocukları okula götürüyordum. Kusura bakmayın dedi. Görüntüyü açıp yanımdaki gence dedim ki:
“Bu İbrahim mi idi? Telefonlardan bakıştılar. Âdeta birbirlerine sarılırcasına hasretle karşılıklı -Orhan!.. –İbrahim Ağabey! Diyerek seslenerek konuşmaya başladılar.