Süleyman Aleyhisselam, Karınca vâdisinden geçerken bir karıncanın diğerlerine yaptığı ikazı duyunca: “ Onun sesini işitince Süleyman (Aleyhisselam) tebessüm ederek: ‘Ya Rabbi, dedi, beni nefsime öyle hâkim kıl ki, gerek bana, gerek ebeveynime ihsan ettiğin nimetlere şükredeyim, Seni râzı edecek yararlı işler yapabileyim. Bir de lütfedip sâlih ve hayırlı kulların arasına beni dâhil eyle.” (Neml Suresi, 19)
Muhammed Fethullah Gülen Hocaefendinin bir soru üzerine bu hususta söylediklerinden bir parça:
“Hani insan ister ki, Evliyâullaha müyesset olduğu gibi öyle bir tesbih çeksin, BİR TESBİHE BİNLERCE ‘Sübhanallah’ı sığdırsın; bir defa desin, ama binlerce tesbihi birden demiş gibi KALBİ AÇILSIN. Bu hâl mümkündür ve o çok büyük, engin bir kalbe vabestedir. İşte Süleyman Nebi gibi peygamber efendilerimiz ve ehlullahtan bazı Hak erleri zerrât-ı kâinatı, âdeta tesbih tanesi gibi kullanır; bir teşbihle binlerce SÜBHANALLAH’ı seslendirirler. Allah’a karşı şükürde bulunacaklarsa, bir kapıdan ŞÜKÜR der; ama şükür sesini, hamd sadâsını YÜZ KAPIDAN birden yükseltir; fakat yine bunu da az görürler. Çünkü onlar, nimetlerin farkındadırlar. Farkında olmak, o nimette bir enginlik hâsıl eder onların gönlünde. Yapıp ettikleri fiilî, kavlî ve fikrî hiçbir şükrü yeterli görmezler ve ‘Ben bu nimetlerin şükrünü edâ edemem.’ der şükrü daha iyi edâ edebilme yolları ararlar.
“Onlardaki bu hâli şöyle düşünebilirsiniz. Biz, bir sofrada yemek yer, ellerimizi kaldırır, dua ve şükrederiz. Dua ve şükrümüz, bir yönüyle sadece yediğimiz yemek etrafında döner. Oysa ki, kalbimiz engin olursa, biz yediğimiz o yemeği, dün yediğimiz, ömrümüz olursa yarın yiyeceğimiz yemekle ve aynı zamanda sevdiğimiz insanlara lütfedilen rızıklarda, bütün müminlerin yemekleriyle beraber duyar, Rezzak-ı Kerimin topyekûn varlığı rızka boğmasını hisseder ve kendimizi çok azîm bir nimet sofrası önünde buluruz. Buluruz da, sadece o an soframıza konan nimetleri değil; bütün varlığa bahşedilen lütufları tahayyül eder, ağzımız kuvve-i zâikasıyla o nimeti tattığı, gözlerimiz onlardan ayrı bir zevk aldığı, kulaklarımız bambaşka bir haz zemzemesi duyduğu ve letâifimiz ap ayrı bir lezzete açıldığı gibi herkese verilen bütün rızıkları nazara alarak bütün zerrelerimizle şükrederiz. İşte, sadece mevcut nimetlere ELHAMDÜLİLLAH deme başkadır; engin gönüllü insanların geniş bir kapı aralayıp bin dille şükretmeleri başkadır. Birisi kalıpları arasında sıkışmış, çok dar bir teşekkür; öbürüyse binlerce dille seslendirilen geniş bir şükürdür.
“Evet, şükre esas teşkil edecek, ister doğrudan doğruya isterse de şöyle böyle şahsımızı, insanî hislerimizi alâkadar eden, bizde bir ilgi uyaran başka varlıklara ait ne kadar nimet varsa onların hepsini birden nazar-ı itibara alarak Cenab-ı Hakka teveccühte bulunup ‘Eşşükrü lillah’ demek, o lisanlar sayısınca birbirini çağrıştıran ve nâmütenâhî keyfiyete bürünen bir şükür olur. Fakat böyle bir şükür dahi, Cenab-ı Hakkın Zâtının büyüklüğüne uygun bir şükür değildir. İşte Süleyman Aleyhisselam bunun idraki ile ‘Ya Rabbi!’ diyor, ‘Beni nefsime öyle hâkim kıl ki, gerek bana, gerek ebeveynime ihsan ettiğin nimetlere şükredeyim.’ (Neml Suresi, 19) Cenab-ı Haktan kendisini teyit etmesini, ona zahîr / destek olmasını istiyor. Ayrıca sâlih amel hususunda da Allah Teâlanın inayetine sığınıyor. Ve dahası, sâlih amel isterken de Rahman u Rahîm’in rızası hangi, amel ve hangi yönde ise ona muvaffak kılınmayı, O’nun rızasına ermeyi talep ediyor.” (Kırık Testi-3)
Cenab-ı Hak, muhterem Hocaefendi'nin bu alarm mahiyetindeki şükür ve hamd konusundaki tesbitlerini hayatımıza geçirmemiz hususunda bize inayet buyursun.