M. Fethullah Gülen Hocaefendi diyor ki: “Takva, vilayet kökünden gelir; vikaye de gayet iyi korunma ve sakınma demektir. Şer’î ıstılahta takvâ, ‘Allah’ın emirlerini tutup, yasaklarından kaçınmak suretiyle O’nun azabından korunma cehdi’ şeklinde tarif edilmiştir. (…)
“Bir de takvânın oldukça şümullü ve umumî mânâsı vardır ki, şeriat prensiplerini kemâl-i hassasiyetle görüp gözetmeden, fıtrî şeriatın kanunlarına riayete, Cehennem ve Cehennemi netice veren davranışlardan kaçınmaktan, Cenneti semere verecek hareketlere; sırrını hâfisini, ahfâsını şirkten, şirki işmam (işaret) eden şeylerden koruyup kollamaktan, düşünce hayat tarzında başkalarına teşebbüsten sakınmaya kadar geniş bir yer işgal eder.
“İşte bu mânâda takva insan için biricik şeref ve değer kaynağıdır ki, ‘Sizin Allah indinde en asil, en şerefliniz takvâda en derin olanınızdır.’ (49/13) âyet-i pür envarı buna işaret etmektedir.
“Kur’an-ı Kerim’den başka hiçbir kitabın TAKV ’ya, bu ölçüde, bu derinlikte, bu şümulde ve Kur’an’dakine denk bir mânâ yüklediğine şahid olmadığım gibi İslâmın dışında hiçbir ahlâk ve terbiye sisteminde de bu seviyede madde ve mânâyı kucaklayan, kökü dünyada, dalları ve çiçekleri, meyveleri, ukbâda sihirli bir kelimeye rastlamadım. Evet, mânâ ve muhtevâ büyü var ki, ona sığınmadan Kur’an’ı tam anlamak ve Kur’an yörüngesinde yürümeden ona ulaşmak mümkün değildir. Her şeyden evvel Kur’an, kapısını TAKV sahiplerine aralar ve onlara (Bu Kur’an) takva sahiplerine bir hidayet kaynağıdır.” (2/2) âyetini fısıldar, neticede, Hz. Kur’an, ekseninde yaşamaya işaret eder ve nazarları, ‘Umulur ki, TAKV dairesine girersiniz (2/21) ufkuna çevirir.”
M. Fethullah Gülen Hocaefendi, Bornova’da vaaza başlayıp akşamları soru-cevaplar başlayınca, bilhassa akşamları caminin içi ve avlusu üniversiteli ve liseli gençlerle dolup taşıyordu. Bazıları namaz kılmasalar bile sırf akıllarına takılanları sormak için geliyor ve cevaplarını alıp gidiyorlardı. Hacı Kemal Ağabey de İstanbul’dan önemli kişileri Perşembe akşamı uçakla İzmir’e getiriyor. Öğleyin vaazı dinletiyor, akşam soru-cevaplarını ve heyecanlı gençleri gösteriyor, cumartesi günü de ışık evlerde kalan üniversite ve lise talebelerinin ziyaretine götürüyordu. Bir müddet sonra Hacı Kemal Ağabey “Artık Hocaefendinin İstanbul’a gitmesi lâzım!” demeye başladı. Başta Yusuf Pekmezci Ağabey biz karşı çıktık. Hacı Ağabey eğer Hocaefendi, İstanbul’a gidip yerleşirse, Hizmetin bir anda on kat büyüyeceğini söylüyordu.
12 Eylül 1980’den bir sene önce Hocaefendi bir Cuma vaazında Cenab-ı Hakkın Kelam sıfatından gelen semavî mukaddes kitapların hükümlerini uyup uymamanın karşılığının bilhassa âhirette olduğunu ama Allah’ın İrade sıfatından gelen fizikte, kimyada ve biyolojide geçerli kanunların hükümlere uymanın veya uymamanın karşılığının da dünyada olduğunu anlatıyordu. İnsanlarımızın çağıyla hesaplaşıp yüzleşmesi gerektiğini ve dünyadaki yerini iyi düşünmesi icap ettiğini söylüyordu.
Cehâlet ve gerilikte, muhtaçlık ve fakirlikte yerlerde sürünen İslâm dünyasının ayağa kalkması için İrade sıfatından gelene ve bu gün dünyada teknolojiyi doğuran fıtrî ve tekvînî kanunlardan çağına uygun istifade etmesi gerektiğini anlatıyordu… Bunun için de şeriat-ı fıtriyye, şeriat-ı tekviniyye tabirlerini kullanıyordu. Tam bunları anlatırken camiye üst rütbeli subaylardan birisinin cenazesini bu camiye getirmişlerdi. Cenaze merasimi için generaller ve albaylar da camiye gelmişlerdi. Onlar dışarıda bekliyorlardı. Cuma namazından sonra kılınacak cenaze namazı için beklerken höporlörden gelen vaazı da dinliyorduk. Hocaefendinin teknolojiyi meydan getiren kanunları anlatırken kullandığı şeriat kelimesine takılmışlardı. Halbuki şeriat, kanun demekti. Fizikte, kimyada ve biyolojide geçerli kanunları ifade için söylemişti. Ama onlar “Bu hoca, şeriat devleti kurmak için gençler, şeriatçiliğe teşvik ediyor, devletimizi yıkmak için tahrik ediyor diye mahkemeye vermişlerdi. Bu mahkeme epeyce sürdü. Mahkemeye arzedilen teyp kasetleri ve o camianın müdavimlerinin verdikleri ifadeler hâkimleri iknâ etti ve beraat kararı verdiler. Fakat arkadan 12 Eylül darbesi olunca, onu mahkemeye veren General Hayri Terzioğlu sadece İzmir’in değil bütün Ege Bölgesinin Sıkıyönetim Komutanı olmuştu. İlk işi, sağcı ve solcu teröristlerin fotoğraflarının yanına Hocaefendinin de fotoğrafını koyup arananlar diye Ege’nin bütün şehir ve kasabalarına bu resimleri astırmak olmuştur. Onun için arayan ve soran olmayan İstanbul’a ve Ankara’ya Hocaefendi gitmek zorunda kalmıştı…