Tamahkarla sahtekarın durumundan uzak kalalım

  • Safvet Senih
  • Safvet Senih
    18 Tem 2018 12:20
    Üstad Bediüzzaman Hazretleri insî ve cinnî şeytanların sinsi hilekârlıklarından üçüncüsü tamahkârlık olduğunu söylüyor. Bu hususu şöyle izah ediyor: “Tamahkarlık yüzünden çoklarını avlıyorlar. Kur’an-ı Hakim’in apaçık âyet ve delillerinden feyiz aldığımız kesin bürhanlarla çok Risalelerde isbat etmişiz ki, meşru rızık, iktidar ve iradenin derecesine göre değil; belki âcizliğin ve muhtaçlığın nisbetinde geliyor. Bu hakikatı gösteren hadsiz işaretler, emareler, deliller vardır. Bu cümleden olarak: Bir nevi canlı ve rızka muhtaç olan ağaçlar, yerinde durup onların rızıkları onlara koşup geliyor. Hayvanat, hırs ile rızıklarının peşinde koştuklarından ağaçlar gibi mükemmel beslenmiyorlar. Hem hayvanat nevinden BALIKLARIN EN APTAL, İKTİDARSIZ ve KUM  içinde bulunduğu halde mükemmel beslenmesi ve umumiyetle  SEMİZ olarak görünmesi, MAYMUN  ve TİLKİ  gibi  ZEKİ  ve MUKTEDİR hayvanların kötü ve yanlış beslenme yüzünden cılız ve zayıf olması gösteriyor ki; rızkın vasıtası güç ve  iktidar değil, muhtaç olmadır. (…)” 
    Eski eserlerinde Üstad’ın şöyle bir izahı var: Anne karnında yavrular “çok âciz” onun için Allah onları göbeklerinden besliyor. Ağızlarını bile kımıldatmaları gerekmiyor. Doğumdan sonra “âciz” oluyorlar. Onun için memeler musluğuna dayanıp sadece dudaklarını yapıştırmaları yeterli oluyor. Sonra güçlendikçe iş kendilerine düşüyor. Rızıklarını kendilerinin temin etmesi gerekiyor. Yani ne kadar güçsüzsen, o kadar iyi besleniyorsun… Onun için aç gözlülüğe ve tamahkârlığa hiç gerek yok…
    Üstad Hazretleri devamla şöyle diyor: “İşte bu hakikatı ilan eden ‘Bütün mahlukların rızıklarını veren kâmil kuvvet ve tam iktidar sahibi Allahü Taâladır.’ (Zâriyat Suresi, 51/58) âyeti, bu davamıza o kadar kavî ve metin bir bürhandır ki; bütün nebâtât ve hayvanat ve çocukların diliyle okunuyor… ve rızık isteyen her tâife, şu âyeti lisan-ı hâl ile okuyor.”
    Üstadın rızık konusunda bu kadar durmasının sebebi aç gözlülüğe, tamahkârlığa gerek olmadığını anlatmak içindir. Çünkü dessas, sinsi hilekâr ve sahtekârlar, tamahkârları midelerinden yakalayıp ağızlarına bir gem vuruyorlar ve istediklerini yere sevk ediyor, istedikleri sözleri onlara söyletiyorlar.
    Bunun için Üstad Hazretleri bu noktadan sonra esas mesajlarını vermeye başlıyor: “Madem RIZIK mukadderdir ve ihsan ediliyor ve veren de Cenab-ı Hak’tır; o hem Rahîm, hem Kerîm’dir. O’nun rahmetini itham etmek derecesinde ve keremini hafife alır ve küçümser bir surette gayr-ı meşru bir tarzda yüz suyu dökmekle vicdanını belki bazı mukaddesatını rüşvet verip, uğursuz, bereketsiz haram bir malı kabul eden düşünsün ki, ne kadar katmerli bir divaneliktir.
    “Evet ehl-i dünya, bilhassa ehl-i dalâlet; parasını ucuz vermez, pek pahalı satar. Bir senelik dünya hayatına bir derece yardım edecek bir mala mukabil, hadsiz ebedî bir hayatı tahrip etmeye bazen vesile olur. O pis hırs ile İlahî gazab kendine celbeder ve ehl-i dalâletin rızasını celbe çalışır.
    “Ey Kardeşlerim! Eğer ehl-i dünyanın dalkavukları ve ehl-i dalâletin münafıkları, sizi insaniyetin şu zayıf damarı olan tamahkarlık yüzünden yakalasalar, geçen hakikati düşünüp, bu fakir kardeşiniz örnek alınacak model edininiz. Sizi bütün kuvvetimle temin ederim ki:
    “Kanaat ve iktisad, maaştan ziyade sizin hayatınızı devam ettirir, temin eder. Bilhassa size verilen o gayr-i meşru para, sizden ona mukabil bin kat fazla fiyat isteyecek. Hem her saati size ebedî bir hazineyi açabilir olan Kur’an hizmetine set çekebilir veya gevşeklik verir. Bu öyle bir zarar ve boşluktur ki, her ay binler maaş verilse yerini dolduramaz.
    “İhtar: Ehl-i dalâlet, Kur’an-ı Hakîm’den alıp neşrettiğimiz iman  ve Kur’an hakikatlarına karşı müdafaa ve mukabele elinden gelmediği için, münafıkcasına, sinsice  ve hilekârca iğfâl ve hile tuzağını kullanılıyor. Dostlarımı  hubb-u câh, tamahkârlık, korku ile aldatmak ve beni bazı iftiralar ile çürütmek istiyorlar. Biz, kudsî hizmetimizde daima müsbet hareket ediyoruz. Fakat maatteessüf, her bir hayırlı işte bulunan mânileri def etmek vazifesi bizi, bazen menfi harekete sevk ediyor.
    “İşte bunun içindir ki, münafıkların hilekârâne propagandasına karşı, kardeşlerimi geçen üç nokta ile ikaz ediyorum. Onlara gelen hücumu def etmeye çalışıyorum.”
    Sahtekâr ile tamahkârın buluşmasının ve anlaşmasının çok hızlı olduğunu biliyorduk. Ama bu süreçte modern teknolojinin de sağladığı sürat ile bunun  daha da hızlandığını gördük. Bir gün önce yanınızda olanlar, katları ve yatları ve bilhassa yüklü paraları görünce öbür gün hemen aleyhe geçmede gecikmediler. Hani “İnsanları ibadetleriyle değil de, para ile sınamadıkça ne olduklarını tam anlayamazsınız” meâlinde bir hadis-i şerif var ya, gerçekten mahzâ hakikatın ifadesi olduğunu hakkalyakin anlamış olduk. Ama Arapçaya uydurulmuş Türkçe kelimeleri yan yana dizersek şöyle bir manzara çıkıyor: Kâte, yâte ve mâte… Yani katı oldu, yatı oldu ve öldü. Oldu ile öldü arasında dört nokta farkı var, o kadar… Esas Allah huzurunda bunun hesabı nasıl verilecek.
    Üstad Hazretleri bu konunun sonunda Dördüncü Desîse-i Şeytaniye geçerken şöyle diyor: “Şimdi en mühim bir hücum benim şahsımdır. Diyorlar ki, ‘Said Kürt’tür, neden bu kadar ona hürmet ediyorsunuz, arkasına düşüyorsunuz? İşte mecburen böyle herifleri susturmak için, Dördüncü Desise-i Şeytaniyeyi istemeyerek Eski Said lisanıyla zikredeceğim… 


     

    18 Tem 2018 12:20