Bediüzzaman Hazretleri, On Dördüncü Lem’a’nın Birinci Makamı’nın sonunda diyor ki: “Resul-i Ekrem (S.A.S.) giydiği mübarek abâsını, Hz. Ali (r.a.), Hz. Fâtıma (r.a.), Hz Hasan ve Hz. Hüseyin’in (r.a.) üstlerine örtmesi ve onlara bu suretle, ‘Ey Peygamberin şerefli hane halkı, ey Ehl-i Beyt, Allah sizden her türlü kiri giderip sizi tertemiz yapmak istiyor.” (38/33) âyeti ile dua etmesinin sırları ve hikmetleri var. Sırlardan bahsetmeyeceğiz. Yalnız Peygamberlik vazifesi ile alakalı bir hikmeti şudur ki: “Resûl-i Ekrem Aleyhisselam, gayb-âşina ve geleceği gören Peygamberlik nazarı ile 30-40 sene sonra sahabeler ve tâbiinler içinde mühim fitneler olup kan döküleceğini görmüş. İçinde en seçkin şahsiyetler, âbâsı altında olan üç şahsiyet olduğunu müşâhede etmiş. Hz. Ali’yi (r.a.) ümmet nazarında temiz tutmak ve isnad ve iddialardan beri olduğunu göstermek ve Hz. Hüseyin’i (r.a.) tâziye edip tesellide bulunmak ve Hz. Hasan’ı (r.a.) tebrik etmek ve savaşa meydan vermeyerek sulh yaparak mühim bir fitneyi kaldırmakla şerefini ve ümmete büyük faydasını ilan etmek için o dört şahsa kendiyle beraber ‘hamse-i âl-i âbâ’ ünvanını bahşeden o âbâyı örtmüştür.
“Evet gerçi, Hz. Ali (r.a.) gerçek bir halideydi. Fakat dökülen kanlar çok ehemmiyetli olduğundan ümmet nazarında temize çıkarılıp beraatının sağlanması, Peygamberlik vazifesi hasebiyle ehemmiyetli olduğundan, Resûl-i Ekrem (S.A.S.) o suretle onu tebrik ediyor. Onu tenkit ile hatalı göstermek hatta dalâlete düştüğünü iddia eden Hâricileri ve Emevilerin mütecâviz taraftarlarını susmaya davet ediyor. Evet Hâriciler ve Emevilerin müfrit taraftarları Hz. Ali ve hakkındaki tefritleri ve yanlışa saptığına dair iddiaları ve Hz. Hüseyin’in (r.a.) gayet feci ciğerleri dağlayan hadisesiyle Şiaların ifratları ve bid’atları ve Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer’den kendilerini teberri edip karşı durmaları, Ehl-i İslam’a çok zararlı düşmüştür.
İşte bu âbâ ve dua ile Resul-i Ekrem Aleyhisselam, Hz. Ali (r.a.) ve Hz. Hüseyin’î (r.a.) mesuliyetten ve ithamdan ve ümmetini onların hakkında sû-i zandan kurtardığı gibi, Hz. Hasan’ı (r.a.) yaptığı sulh anlaşması ile ümmete ettiği iyiliği Peygamberlik vazifesi noktasında tebrik ediyor ve Hz. Fâtıma’nın (r.a.) zürriyetinin mübarek nesli, Âlem-i İslam’da Ehl-i Beyt ünvanını alarak yüce bir şeref kazanacaklarını ve Hz. Fâtıma (r.a.) ‘(Ben onun adını Meryem koydum) Onu da, onun neslinden gelecekleri de o mel’un şeytanın şerrinden korumanı niyaz ederim.’ (3/36) diyen Hz. Meryem’in vâlidesi gibi zürriyetçe çok şerefli olacağını ilân ediyor.” “Allahım, Efendimiz Muhammed’e, O’nun Tayyib, tâhir ve ebrar olan Ali’ne ve mücahid ve ikrama mazhar ve en hayırlılardan olan Ashabına rahmet et. Âmin.”
Cenâb- Hak Şûrâ Sûresi’nde Peygamber Efendimiz (SAS)’in lisânıyla, “De ki: Vazîfem karşılığında sizden bir ücret istemiyorum. Sizden istediğim, ancak akrabaya sevgi ve Ehl-i Beyti‘me muhabbettir.” (Şura Suresi) buyurur. Nass-ı kat’î ile sabit ve Hadis-i Nebevi‘yle müberhen (delil ile ispatlanmış) Âl-i Beyt‘e muhabbete işaret etmekte, bu vazîfeyi ifâya davet eylemektedir. Çünkü, İslâmiyet bir vücutsa, bu vücûdun belkemiği, muhakkak Âl-i Beyt ve başı her zaman Kitabullah‘tır. (Barla Lahikası)
Peygamber Efendimiz (SAS)’in mübârek nesline Âl-i Beyt veya Ehl-i Beyt adı verilir. Peygamberimizin nesli kızı Hz. Fatıma (r.a.) vasıtasıyla devam etmiştir. Hz. Ali (r.a.) ve Hz. Fatıma’nın evliliğinden dünyaya gelen Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin (ra) Âl-i Beytin temsilcileri durumundadırlar. Efendimiz (SAS)’in “Size iki şey bıraktım. Onlara sarıldığınız müddetçe sapmazsınız. Allah’ın kitabı ve Âl-i Beytim.” (Ebu Davud) hadîsi, Âl-i Beyt‘in ne kadar ehemmiyetli olduğunu gösterir. Âl-i Beyt, Nûrânî bir şecere gibi günümüze kadar devam ede gelmiş ve kıyamete kadar da devam edecektir. Hem ümmetçe telâkki-i bilkabul nev’inden bir medar-ı teselli olarak her asırda Âl-i Beyt-i Nebevî’den bir hidayetkâr imdada yetişmesi beklenilmiş ve bulunmuştur. Âl-i Beytin şahsiyet-i mânevîyesinin ehemmiyetini “Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, gayb-âşinâ nazarıyla görmüş ki, Âl-i Beyti, âlem-i İslâm içinde bir şecere-i Nûrâniye hükmüne geçecek. Âlem-i İslâmın bütün tabakatında, kemâlât-ı insâniye dersinde rehberlik ve mürşidlik vazîfesini görecek zatlar, ekseriyet-i mutlaka ile, Âl-i Beyt‘ten çıkacak. Ümmet-i Muhammediye‘de de (SAS), vezâif-i azîme-i İslâmiyette ve ekser turuk (tarikat) ve mesâlikinde (mesleklerinde), enbiya-yı Benî İsrail gibi (İsrailoğullarının peygamberleri gibi), aktâb-ı Âl-i Beyt-i Muhammediyeyi (SAS) görmüş. Sünnet-i Seniyye‘nin menbaı (kaynağı) ve muhafızı ve her cihetle iltizam etmesiyle mükellef olan, Âl-i Beyt‘tir. Demek Âl-i Beyt‘ten, vazîfe-i risâletçe muradı, Sünnet-i Seniyye‘sidir. Âl-i Beytin şahs-ı mânevîsi ise Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın bir nevi mâhiyetini gösteriyor. Hazret-i Ali’nin (r.a.) zâtında temessül eden şahs-ı mânevî-i Âl-i Beyt ve o şahsiyet-i mâneviyede verâset-i mutlaka cihetiyle tecellî eden hakîkat-i Muhammediye (SAS) noktasında muvâzene edilmez. Çünkü orada Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâmın sırr-ı azîmi vardır. (Lem’alar)
Bu azîm sırrın her asırda mümessilleri Âl-i Beyttir. Bu sırdan dolayıdır ki Âl-i Beytin şahs-ı mânevîsi, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın bir nevi mâhiyetini gösteriyor. Bu azîm sırdan dolayıdır ki “Âl-i Beyt hânedanları ve nesilleri, mânevî bir saltanata namzet idiler. Dünya saltanatı ile mânevî saltanatın cem’i gayet müşküldür.” (Mektubat) Bu sırdan dolayıdır ki Âl-i Beyt surî saltanata değil, mânevî saltanata namzet olduklarından saltanat-ı dünyeviye onlara küstürüldü. Âl-i Beytin yönü, yüzü ve özü şahsiyet-i mâneviyede verâset-i mutlaka cihetiyle tecellî eden hakîkat-i Muhammediye (a.s.m.) noktasına izn-i ilâhi ile çevrildi. İşte bu nokta-i hakîkat içindir ki “Hazret-i İmam-ı Ali, ahkâm-ı dini ve hakaik-i İslâmiyeyi ve âhireti esas tutup, saltanatın bir kısım ka`nunlarını ve siyâsetin merhametsiz mukteziyatlarını onlara feda ediyordu.” (Mektubat) Çünkü, “Saltanat-ı dünyeviye aldatıcıdır. Âl-i Beyt ise, hakaik-i İslâmiyeyi ve ahkâm-ı Kur’âniyeyi muhafazaya memur idiler. Hilâfet ve saltanata geçen, ya nebî gibi mâsum olmalı, veyahut Hulefâ-i Râşidîn ve Ömer ibni Abdülâziz-i Emevî ve Mehdî-i Abbâsî gibi harikulâde bir zühd-ü kalbi olmalı ki, aldanmasın.” (Mektubat)
“Hattâ bu ehemmiyetli sırdandır ki, din düsturlarının bir hâdimi olmak cihetinde güneş gibi îmânlar taşıyan bir kısım Sahabeler ve onlara benzeyen mücahidînden, Selef-i Salihînden başka, siyâsetçi, ekserce tam müttakî dindar olamaz. Tam ve hakikî dindar, müttakî olanlar, siyâsetçi olmazlar. Yani, maksad-ı aslî siyâsetini yapanlarda din, ikinci derecede kalır, tebeî hükmüne geçer. Hakikî dindar ise, “Bütün kâinatın en büyük gayesi ubudiyet-i insaniyedir” diye, siyâsete, aşk-ı merak ile değil, ikinci üçüncü mertebede onu dine ve hakîkate âlet etmeye-eğer mümkünse-çalışabilir. Yoksa, bâki elmasları kırılacak âdi şişelere âlet yapar.” (Emirdağ Lahikası)