Üstad Hazretleri, Barla sürgününü anlatırken şöyle diyor: “Beni, bir köye sokmuşlar, en vicdansız insanlarla beni sıkıştırıyorlar. Yirmi dakikalık bir köye altı senede iki defa gidebildiğim gibi, o köye gitmek ve birkaç gün tebdil-i hava için ruhsat verilmediği bir derecede beni, katmerli bir istibdat altında eziyorlar. Halbuki, bir hükümet ne şekilde olursa olsun, kanunu bir olur. Köyler ve şahıslara göre ayrı ayrı kanun olmaz. Demek hakkımdaki kanun, kanunsuzluktur. Buradaki memurlar, hükümetin nüfuzunu, şahsî garazlarında kullanıyorlar. Fakat, Cenab-ı Erhamürrâhimîn'e yüz binler şükrediyorum ve tahdis-i nimet (şükür maksadı ile Cenab-ı Hakkın nimetlerini ilan etmek) suretinde derim ki:
“Bütün onların bu tazkiyat ve istibdatları, Kur’an Nurlarını ışıklandıran gayret ve himmet ateşine odun parçaları hükmüne geçiyor, tutuşturup alevlendirerek parlatıyor. Ve o tazyikleri gören ve gayretin hararetiyle inbisat eden o Kur’an Nurları, Barla yerine bu vilayeti, belki ekser memleketi bir medrese hükmüne getirdi. Onlar, beni bir köyde mahpus zannediyor. Zındıkların rağmına olarak bilakis Barla, ders kürsüsü olup; Isparta gibi çok yerler, medrese hükmüne geçti.”
“Risale-i Nur, yalnız bir cüz’î tahribatı, bir küçük haneyi tamir etmiyor; belki küllî bir tahribatı ve İslâmiyeti içine alan dağlar büyüklüğünde taşları bulunan bir muhit kaleyi tamir ediyor. Ve yalnız hususî bir kalbi ve has bir vicdanı ıslaha çalışmıyor; belki bin seneden beri tedarik ve terâküm edilen müfsid âletlerle dehşetli rahnelenen kalb-i umumî ve efkâr-ı âmmeyi ve umumun, bilhassa mümin avam halkın dayanakları olan İslâmî esaslar, cereyanlar ve şeâirler kırılmasıyla, bozulmaya yüz tutan vicdan-ı umumiyi, Kur’an’ın mucizeliğiyle o geniş yaralarını, Kur’an’ın ve imanın ilaçlarıyla tedavi etmeye çalışıyor.” (Kastamonu Lâhikası)
“Madem şimdiye kadar Risale-i Nur’un hizmetinde Rabbânî inâyetin tecellisini inkâr edilmeyecek derecede gördük, her birimiz cüz’î ve küllî bunu hissetmişiz… ve madem şimdi siyasetin ve dünyanın çok cereyanlarının birbirine karşı tahşidatı oluyor… ve madem elimizden KAZA’ya RIZA ve KADER’e TESLİM, iman-Kur’an ve Nur Hizmetinin verdikleri büyük ve kudsî teselliden başka bir şey gelmiyor. Elbette bize en elzem iş, telaş etmemek ve ümitsizliğe kapılmamak ve birbirinin kuvve-i mâneviyesini takviye etmek ve korkmamak… ve tevekkülle bu musibeti karşılamak… ve habbeyi kubbe yapan FARFARALI GAZETECİLERİN kubbelerini habbe görüp ehemmiyet vermemektir. Bu dünya hayatının bilhassa bu zamanda, bu şartlar altında kıymeti yoktur. Başa ne gelse, hoş görmeli…”
Biz hayrın da, şerrin de Allah’tan olduğuna, şerri yaratmanın şer olmadığına, yaratılan şerlerde de bir hayır ve güzellik ciheti bulunduğuna iman ediyoruz: “O (Allah), her yarattığını güzel yaptı.” (Secde Suresi, 32/7)
Bediüzzaman Hazretleri diyor ki: “Her şeyde, hatta en çirkin görünen şeylerde, hakiki bir hüsün (güzellik) ciheti vardır. Evet kainattaki her şey, her hâdise, ya bizzat güzeldir, ona hüsn-i bizzat denilir veya neticeler cihetiyle güzeldir ki, ona hüsn-i bi’l-gayr denilir. (…) Fırtına, zelzele, veba gibi hadiselerin perdeleri altında gizlenen pek çok mânevî çiçeklerin inkişafı vardır. Tohumlar gibi neşv ü nemâsız kalan (gelişip büyüyemeyen) bir çok istidat çekirdekleri, zâhirî çirkin görünen hadiseler yüzünden sümbüllenip güzelleşir. Güya umum inkılablar ve küllî tahavvüller, birer mânevî yağmurdur.” (On Sekizinci Söz)
Üstad Hazretleri; “Mübarek İslâmiyet ve nûrânî Asr-ı Saadetin başına gelen o dehşetli, kanlı fitnenin (Hz. Osman’ın Şehid edilmesi, Cemel Vakası, Sıffîn olayı gibi iç savaşların) hikmeti ve rahmet ciheti nedir? Çünkü onlar kahra lâyık değildiler.” şeklinde sorulan bir suâle şöyle cevap veriyor: “Nasıl ki, baharda dehşetli yağmurlu bir fırtına her çeşit nebâtatın, tohumların, ağaçların istidatlarını harekete geçirir, inkişaf ettirir, her biri kendine mahsus çiçek açar, fıtrî bir vazife başına geçer. Öyle de, sahabe ve tâbiînin başına gelen fitne dahi, çekirdekler hükmündeki muhtelif ayrı ayrı istidatları harekete geçirip kamçıladı. ‘İslâmiyet tehlikededir, yangın var!’ diye her tâifeyi korkuttu, İslâmiyeti korumaya koşturdu. Her biri, kendi istidadına göre, İslâmî camianın pek çok ve muhtelif vazifelerinden bir vazifeyi omuzuna aldı, tam bir ciddiyetle çalıştı. Bir kısmı hadiselerin muhafazasına, bir kısmı şeriatın muhafazasına, bir kısmı iman hakikatlarının muhafazasına, bir kısmı Kur’an’ın muhafazasına çalıştı ve benzeri şeyler oldu. Her bir tâife bir hizmete girdi. İslamiyetle ilgili vazifelerde, hummalı bir surette gayret gösterdiler. Muhtelif renklerde çok çiçekler açıldı. Pek geniş olan İslam âleminin her tarafına o fırtına ile tohumlar atıldı, yarı yeri gülistana çevirdi. (…) Güya Kudret eli, celâl ile asrı çalkaladı, şiddetle tahrip edip çevirdi, himmet sahiplerini gayrete getirip elektriklendirdi. O hareketten gelen merkez-kaç bir kuvvetle pek çok münevver müctehidleri ve nurânî muhaddisleri, kudsî hâfızları, asfiyâları, aktabları Âlem-i İslâmın dört bir tarafına uçurdu, HİCRET ETTİRDİ. Doğudan batıya kadar Ehl-i İslam’ı heyecana getirip, Kur’an’ın hazinelerinden istifade için gözlerini açtırdı.” (On Dokuzuncu Mektub)
Bu süreç de o günlere pek benziyor… İnşaallah, bu günkü, zorlu hicretlerin, yaşanan haksızlık ve zulümlerin hikmetlerini de daha sonra anlayacağız…
Hiçbir zaman hikmetsiz icraat yapmaz Allah… O, Rahîm ve Hakîmdir…