Where is the Turkey ?

  • Safvet Senih
  • Safvet Senih
    19 Eyl 2024 01:30


    Niyazi Sanlı, Filipinler’de okul açmak için Reklam Broşürüne “Türkiye  Nerede?” ifadelerini yazarak dikkat çeken öğretmenleri anlatıyor:

    Filipinler’de çok sayıda özel okul vardı. Bir buçuk milyon nüfuslu ülke seksen civarında özel okula sahipti. Orta Asya’daki gibi değildi yani. Türkler gelmiş, aman ha çocuklarımızı verelim, gibi bir düşünce yoktu. Onu bırakın, Filipinler’de Türkiye’nin adını duyan, yerini bilen bile yoktu.

    Esas mesele belki de okullar açıldıktan sonra başlayacaktı. O kadar özel okulun içinden sıyrılıp öne çıkmak ve adını duyurmak, zaman ve emek isteyen bir işti.

    Reklam broşürünün ilk başlığı “Where is the Turkey?” idi. “Türkiye nerede?” Türkiye’nin tanıtılmasıyla başlandı işe.

    Cıvıl Cıvıl Talebeler Olacak

    Ferhat Bey, anlaşma imzalama safhasında, okul tadilatını nasıl yapacağını kara kara düşünüyordu. Bir gün akşama kadar sadece kapı yapan adam aradı. İki üç ay vakit var. Binanın hazır olması gerekiyordu. Otelde kalırken alt kata indiğinde birisi kolundan tuttu ve:

    O okulu alan şahıs sen misin?

    Evet, benim. Neden sordunuz?

    Gel otur. Sana bir şey anlatacağım. O binaya bir buçuk milyon dolar harcandı. Müteahhidi de bendim. İşletilemedi. Ben çok üzülüyorum. O binaya çok emek verildi. Eğer kabul ederseniz, ben size yardım etmek istiyorum. Bütün tamir ve bakım işlerinizi yapacağım. Bunun için hemen para da istemiyorum. Olunca verirsiniz. Kâr da almayacağım sizden. Fakat bir şartım var: Bütün malzeme ve işçilik birinci sınıf olacak! Size anahtar teslim tamir edip vereceğim binayı. Ben ve ekibim bu binayı büyük hayaller ve heyecanlarla inşa etmiştik. Eğitimin öneminin farkındayız. Cıvıl cıvıl talebeler olacak, diye yaptım. Siz en güzelini yapın, olur mu?

    Ne kadara yaparsınız?

    150 bin dolara yapabilirim. Bir ay içinde de okulu eksiksiz olarak size teslim edeceğim.

    Adam dediği gibi yaptı. Parası da peyderpey ödendi. Asıl mesele ondan sonra başladı. Öğrenci bulmak ve okulu açık tutabilmek. On beş günde üç kişi kayıt oldu. Büyük hayal kırıklığı yaşıyorlardı. Zaman zaman karamsarlık ve umutsuzluk girdabında karın sancıları çekiyorlardı. Buna acilen bir çözün bulmalıydılar. 

    Yabancı bir ülkede, dünyanın en problemli bölgesi sayılan bir yerde, üstelik insanların Türkiye’yi hiç tanımadığı bir şehirde ne yapılabilirdi ki? Kültürel yabancılık ve bakış açılarındaki farklılıklar da işin cabasıydı. Ayrıca bu bölgede güçlü ülkelerin özel okulları ve misyonerlerin devlet destekli faaliyetleri de vardı.

    Düşündüler ve karar verdiler. 

    Üniversiteden öğrenciler kiraladı Ferhat Bey. Getirilen her öğrenci başına üniversite öğrencilerine para veriyordu. Okul ücreti; yeme, içme, yatma ve eğitim dâhil hepi topu 20 dolardı ve üniversiteli öğrencilere buldukları öğrenci başına 20 dolar veriliyordu. Bu şekilde 100 öğrenci kaydedildi. Yüz kalp, yüz kafa, yüz ruh; geleceğe dair yüz umut demekti bu. Toprağa saçılan yüz tohum… Göle çalınan maya hükmünde yüz kişi…

    Öğrenciler, çevre adalardaki köylerden toplanmıştı. Hiç şehir görmemiş ve hatta belki de okul görmemiş, anne ve babasının başından savmak istediği çocuklardı bu öğrenciler. Öğretmenler, bu durumu sonradan öğreneceklerdi.

    Ve dersler büyük bir heyecan, aşk ve şevk fırtınasının ortasında başladı. Türkiye’den 15 bin kilometre uzaklıkta bir adada bir ocak daha tütmeye başlamıştı ne de olsa! Müjdeli haber dünyanın her yerinde yankılandı.

    Artık Filipinler’de de bir okulumuz, ocağımız, yuvamız vardı. Sevgi zincirine bir halka daha eklenmişti. Gül bahçesine bir fidan daha dikilmişti. İnsanların canavarlaştığı yirmi birinci yüzyılın bağrında insanca ve barış içinde yaşamayı soluklayacak bir barış adası daha teşekkül etmişti.

    Yes Sir!

    Türkiye’den gelen öğretmenler, içlerindeki gurbeti bir yana bırakıp Pasifik Okyanusu’nun esintileri altında kalplerinden gelen ilhamla ders anlatmaya başlamışlardı bile. Yalnız tuhaf bir hâl vardı. Öğretmenler ne derse desin bütün öğrencilerin cevabı ağız birliği etmişçesine aynıydı:

    Yes sir!

    Dersi anlatıyorlar ve soruyorlardı.

    Did you understand?

    Yes sir!

    Öğrencilerin tek, kesin ve değişmeyen cevabı:

    Yes sir!

    Öğretmenler, bu durumun arkasındaki gerçeği anlamakta gecikmediler. Üç hafta sonra anlaşıldı ki öğrencilerden hiçbiri İngilizce bilmiyordu ve ne derseniz deyin “Yes sir!” cevabı veriyorlardı.

    Öğretmenler, şimdi yeni bir sıkıntı ile karşı karşıya kalmışlardı. Fakat başarısız olma gibi bir ihtimali akıllarına bile getirmiyorlardı. Gece gündüz düşünüp, tartışıp, istişareler yapıp çözüm üretmeye başladılar.

    çok yoğun bir İngilizce öğretimine başlandı. Dört hafta boyunca gece ve gündüz bu böyle devam etti. El birliğiyle… Gönül seferberliğiyle… İnsanî sınırlar da zorlanarak öğrencilerin en azından dinledikleri dersi anlayacakları kadar İngilizce öğrenmesi sağlandı.

    Ancak hesapta olmayan bir başka mesele daha gün yüzüne çıkmaya başlamıştı: Öğrenciler bir bir kayıtlarını okuldan alıyordu. Bir ay sonra öğrenci sayısı seksene indi. Üç ay sonra yetmiş, derken yılsonunda otuz kadar öğrenci kalmıştı okulda.

    Sebep ne okul ne öğretmenler ne de bir başka şeydi… Sebep öğrencilerin yaşam biçimiydi. Filipinler’in en ücra köylerinden toplanmış çocuklardı bunlar. Adalardan toplanan öğrencilerin, bir sistem altına girmek ve okumak gibi dertleri söz konusu değildi. Serbest yaşamaya alışmışlardı çocuklar. Öyle ki, öğrencilerden bazıları tuvalete gitmek yerine sınıfın bir köşesine küçük abdestini yapıyordu. Zaten anne ve babaları da onları başlarından savmak için bu okula göndermişlerdi. 

    İşte bunu sonra fark edecekti okul idareci ve öğretmenleri.

    O yıl öylece kapandı.

    19 Eyl 2024 01:30