Zorla asi göründü

  • Safvet Senih
  • Safvet Senih
    02 Kas 2017 11:19

    İstibdat dönemi ve müstebit padişah diye Sultan Abdülhamid’e saldıranlardan Filozof Rıza Tevfik Bölükbaşı, daha sonra gerçek istibdat ve gerçek müstebitlerle karşılaşınca ve masum milletin başına gelen ve İslâmiyete yapılan ihanetlerle tanışınca uzun bir şiir yazmış. Bir dörtlüğü şöyle:

    “Milliyet davası fıska büründü.
    Ridâ-yı Diyanet yerde süründü.
    Türkün ruhu zorla âsi göründü.
    Hem Peygamberine hem Allahına…”

    O günlerde camiler, medreseler, tekkeler yani bütün maneviyat kaynakları kurutulup kapatılmış, irtica diye takdim edilmişti. Halkın ruhu, istemediği halde, zorla Allah'ına ve Peygamberine âsî hale getirilmişti…

    Günümüzde yaşadığımız bu süreçte de aynı şeyler hem de daha dehşetli ve şiddetli halde sinsice icra ediliyor. Görünürde, camiler, Kur’an Kursları, İlahiyatlar açık. Ama her şeyin içine siyaset sokulmuş. Sarıklı-cübbeli insanlar Müslüman kardeşlerinin mallarının ve ırzlarının kendilerine ganimet olduğunu söyleyebiliyorlar. Böyle bir cinayet, böyle bir vahşet olamaz!.. İnsanlar kendilerinin üzerine mafyavari bir saldırı olmaması için başkalarına iftira atabiliyor, kırk yıllık dostlarını karalayabiliyor… Tabii bu durum mazlum ve mağdurlara çok tesir ediyor. İnsanlar hakkında hayal kırıklığına uğruyorlar. Çünkü hiç beklemedikleri şeylerle karşılaşıyorlar.

    Hüsn-ü zanların kırılmaması için ‘ruhları zorla hem peygamberine hem de Allah'ına âsi görünen’ insanlar ve kendileri için, “On Üçüncü Lem’a”yı dikkatlice mütalaa ve müzakereyi tavsiye ederim:

    Bu Lem’a’nın ismi “Hikmetü’l-İstiâze”  (Şeytanın Şerrinden Allah Sığınma) dir. “On Üç İşaret” ten meydana geliyor.
    Birinci İşaret’te, “Tahrip çok kolaydır.” gerçeği anlatılıyor. Fitne ve fesat da tahrip cinsindendir. 

    İkinci İşaret’te, şeytanın yaratılış hikmeti ele alınarak, bazı şerlerle beraber, küllî hayırların ve İlahî maksatların olduğu izah ediliyor.

    Üçüncü İşaret’te, dehşetli düşmanlara karşı sağlam bir kaleye sığınmanın önemi anlatılıyor. O, kale Kur’an’dır.

    Dördüncü İşaret’te, varlığın tamamen hayır, yokluğun da tamamen şer olduğu; fakat varlığın oluşması ve devamı için bütün  şartlar gerektiği; Halbuki yokluk, asıl itibariyle tek bir şartın olmamasıyla gerçekleştiği ifade ediliyor.

    Beşinci İşaret’te, şeytanın cüz’î bir şeyle insanı mühim tehlikelere attığı, insan nefsinin, şeytanı her vakit dinlediği ifade edilerek, nefis ve şeytanın şerrinden her zaman Allah’a sığınmak gerektiği anlatılmaktadır. 

    Altıncı İşaret’te, şeytanın hassas ve sâfî kalb insanlara nasıl vesveseler verdiği anlatılarak kurtuluş reçeteleri sunuluyor.

    Yedinci İşaret’te: Birinci bölümde şerri yaratmanın şer olmadığı, çünkü pek çok hikmet ve faydalar için yaratıldığı ayrıca cüzî zararlar için küllî faydaların terk edilmemesi gerektiği anlatılıyor.

    İkinci bölümde, büyük günah işlemenin insanı kafir değil günahkâr edeceği ifade edilerek insanlar hakkında yanlış kanaatlara kapılmamamız anlatılıyor.

    Sekizinci İşaret’te, dalalet ve küfrün iki kısım olduğu, kabulsüzlüğün kolay olmakla beraber, yokluğu kabul ve isbat etmenin imkansız olduğu anlatılıyor.

    Dokuzuncu İşaret’te, Peygamber Efendimizi (S.A.S.) gören ve bilen münafıkların dalâlette kalışlarının sır ve hikmeti cemalî-celâlî isimlerin tecellileri açısından ve  kainatta geçerli mübâreze kanunu açısından ele alınmış. Ayrıca Uhud Savaşının nihayetinde ve Huneyn Savaşının başındaki mağlubiyetin derin hikmetlerinden bahsedilmiş.

    Onuncu İşaret’te, şeytanın, kendi peşine takılanlarî  bilhassa materyalist felsefenin tesirindekilere, “Şeytan mı olurmuş, bu zamanda böyle şeylere mi inanılırmış?” dedirterek saptırmasına karşılık; şeytanın varlığının delilleri sunulmuştur.

    On Birinci İşaret’te, Nuh, Lut kavimlerinin,  ayrıca Âd, Semud, Firavun kavimlerinin başlarına gelen cezaların hikmetleri üzerinde durulmuştur.

    On Birinci işaret’te dört suale cevap verilmiştir. Sınırlı bir hayatta sınırlı günahlara karşı Cehennemin sonsuz ceza olarak nasıl adâlet olduğu, inkâr cinayetinin nihayetsiz bir suç  oluşuyla izah edilmiştir.

    Bilhassa dalâlet yolunda gidenlerin kazandıkları muvaffakıyetin sebepleri şöyle özetleniyor: Fesat çıkarıp alçaklık yapmalarından… Tahripkârlıklarından… Hak yolda gidenlerin aralarındaki ihtilaflardan istifade etmelerinden… Onların içine ihtilaf atmalarından… Zayıf damarlarını tutmalarından ve aşılamalarından… Nefsanî hissiyatları ve şahsî garazları tahrik etmelerinden… İnsanın mahiyetindeki zararlı madenler hükmündeki fenâ istidat ve kabiliyetleri işlettirmelerinden… Şan ve şeref nâmıyla riyakârca nefsin firavunluğunu okşamalarından… Vicdansızca tahribatlarından herkesin korkmasından…

    Bu bahislerin tekrar tekrar müzakere edilmesini tavsiye etmemin sebebi, insanları günahlara, zulümlere sevk edenlerin hangi şeytanî ve nefsanî silahları kullanarak, insanları yanlış yollara yönlendirdiklerini anlatmaktır. Böyle zorla Allahına peygamberine âsî olmaya mecbur edilmişleri de düşünmemiz gerekir. Bunu fedaî ruhlardan, cihan sulhünün temsilcilerinden bekliyorum. Hz. Yusuf’un kardeşlerine davrandığı gibi, Resulullah’ın Mekke Fethinden sonra tutumları gibi bir vaziyete kendimizi her zaman hazırlamalıyız. Afvediciliğin faziletinden mahrum kalmamalıyız. Hem Üstadımız mümin kardeşimiz için şöyle demiyor mu? 

    “Evvela: Kaderin onda bir hissesi var. Onu çıkarıp, o kader ve kaza hissesine karşı rızâ ile mukabele etmek gerektir.
    Sâniyen: Nefis ve şeytanın hissesini de ayırıp, o adama düşmanlık değil, belki nefsine mağlup olduğundan, acımak ve nedamet edeceğini beklemek.
    Sâlisen: Sen kendi nefsinde görmediğin veya görmek istemediğin kusurunu gör, bir hisse de ona ver.
    Sonra, geri kalan küçük bir hisseye karşı, en selâmetli ve en çabuk hasmını mağlup edecek afv ve safh ile ve ülüvvü cenablıkla mukabele etsen, zulümden ve zarardan kurtulursun.”

    Evet doğru olan budur… Bizlerin de buna göre hareket etmemiz gerekir… 
     
    Safvet Senih 

    02 Kas 2017 11:19