Safvet Senih 22. Söz'den naklederek ''Bütün bunları akıl terazisinde tartarak tefekkür edersek, perdeler birer birer kalkar ve bizler gerçekleri görmeye başlarız.'' diyor
Safvet Senih / samanyoluhaber.com
YİRMİ İKİNCİ SÖZ
Üstad Bediüzzaman Hazretleri; Yirmi İkinci Söz’ün Birinci Makamında:
“Bismillahirrahmanirrahim. ‘Eğer Biz bu Kur’an’ı bir dağın üstüne indirseydik, o dağın Allah’a olan haşyet ve taziminden dolayı başını eğip paramparça olduğunu görürdün… İşte bunlar bir takım misallerdir ki, düşünüp istifade etmeleri için, Biz onları insanlara anlatıyoruz.’ (Haşir Suresi, 59/21) ‘Bunlar bir takım misallerdir ki, düşünüp istifade etsinler diye Biz onları insanlara anlatıyoruz.” (İbrahim Suresi, 14/25) âyetlerini bu Risaleye serlevha yapmış. Çünkü derin ve ince hakikatler ancak böyle temsiller, mecazları, kinayeler ve istiarelerle anlatılabilir…
İşte bir temsille Üstad Hazretleri meseleye giriş yaparak diyor ki:
“Bir zaman iki adam, bir havuzda yıkandılar. Fevkalâde bir tesir altında kendilerine geldiler. Gözlerini açtıkları vakit gördüler ki, acîb bir âleme götürülmüşler. Öyle bir âlem ki, kemâl-i intizamından bir memleket hükmünde, belki bir şehir hükmünde, belki bir saray hükmündedir. Kemâl-i hayretlerinden ( son derece hayret ve şaşkınlıklarından ) etraflarına baktılar, gördüler ki: Bir cihette bakılsa muntazam bir memleket… Bir cihette bakılsa, gayet muhteşem bir âlemi içine almış bir saraydır. Şu acip âlemde gezerek seyran ettiler. Gördüler ki, bir kısım mahluklar var, bir tarz ile konuşuyorlar. Fakat bunlar, onların dillerini bilmiyorlar. Yalnız işaretlerinden anlaşılıyor ki, mühim işler görüyorlar ve ehemmiyetli vazifeler yapıyorlar.
“O iki adamdan birisi, arkadaşına dedi ki: ‘Şu acip âlemin elbette bir Müdebbir’i (idare edip düzenleyen) ve şu muntazam memleketin bir MÂLİK’i şu mükemmel şehrin bir SÂHİBİ, şu sanatlı yapılmış sarayın bir USTASI vardır. Biz çalışmalıyız, onu tanımalıyız. Çünkü; anlaşılıyor ki, bizi buraya getiren O’dur. O’nu tanımazsak kim bize meded verecek? Dillerini bilmediğimiz ve bizi dinlemeyen şu âcib mahlûklardan ne bekleyebiliriz? Hem koca bir âlemi bir memleket suretinde, bir şehir tarzında, bir saray şeklinde yapan ve baştan başa hârika şeylerle dolduran ve müzeyyenâtın çeçit çeşit güzellikleriyle süsleyen ve ibret veren mucizeleriyle donatan bir Zât, elbette bizden ve buraya gelenlerden bir istediği vardır. O’nu tanımalıyız. Hem, ne istediğini bilmemiz lâzımdır.”
“Öteki adam dedi: ‘İnanmam, böyle bahsettiğin gibi bir Zât bulunsun ve bütün bu âlemi tek başıyla idare etsin.’
“Arkadaşı cevaben dedi ki: ‘Bunu tanımazsak, lâkayt kalsak, menfaati hiç yok; zararı olsa pek azîmdir. Eğer tanımasına çalışsak, meşakkati pek hafiftir, menfaati olursa, pek büyüktür. Onun için Ona karşı lâkayt kalmak, hiç akıl kârı değildir.”
“O serseri adam dedi: ‘Ben bütün rahatımı, keyfimi, O’nu düşünmemekte görüyorum. Hem böyle aklıma sığışmayan şeylerle uğraşmayacağım. Bütün bu işler, tesadüfî ve karmakarışık işlerdir, kendi kendine dönüyor; benim neme lâzım!”
“Akıllı arkadaşı ona dedi: ‘Senin bu temerrüdün (inat edip direnmen) beni de, belki çokları da belâya atacaktır. Bir edepsizin yüzünden, bazan olur ki; bir memleket harap olur.”
“Yine o serseri dönüp dedi ki: ‘Ya katiyyen bana isbat et ki; bu koca memleketin tek bir Mâliki, tek bir Sâni’i (Yaradanı, Sanatkârı) vardır. Yahut bana ilişme.”
“Cevaben arkadaşı dedi: ‘Madem inadın divanelik derecesine çıkmış, o inadınla bizi ve belki memleketi bir kahre giriftar edeceksin; ben de sana ‘On İki Bürhan’ ile göstereceğim ki: Bir saray gibi şu âlemin bir şehir gibi memleketin, tek bir ustası vardır ve o usta, her şeyi idare eden yalnız O’dur. Hiçbir cihette noksaniyeti yoktur. Bize görünmeyen o usta, bizi ve her şeyi görür ve sözlerini işitir. Bütün işleri mucize ve harikadır. Bütün bu gördüğümüz ve dillerini bilmediğimiz şu mahlûklar onun memurlarıdır.”
“Birinci Bürhan: Gel her tarafa bak, her şeye dikkat et! Bütün bu işleri içinde gizli bir el işliyor. Çünkü: Bak, bir dirhem kadar kuvveti olmayan bir çekirdek küçüklüğünde bir şey, binler batman yükü kaldırıyor. (Ağaçların başlarında taşıyan çekirdeklere işarettir.) Zerre kadar şuuru olmayan, gayet hakimane işler görüyor. (Kendi kendine yükselmeyen ve meyvelerin ağırlığına dayanmayan üzüm çubukları gibi nâzenin nebâtâtın, başka ağaçlara lâtif eller atıp sarmalarına ve onlara yüklenmelerine işarettir.) Demek bunlar kendi kendilerine işlemiyorlar. Onları işlettiren GİZLİ BİR KUDRET SÂHİBİ vardır. Eğer kendi başına olsa, bütün baştan başa bu gördüğümüz memlekette her iş mucize, her şey mucizekâr bir hârika olmak lâzım gelir. Bu ise safsatadır.”
Akıl, bağ demektir. Akıl, sebep o sonuç arasında bağ kurar. Biz bazı şeyleri gözümüzle bazı şeyleri de aklımızla görüp anlarız. Çam ağacının çekirdeği, incirin tohumu, ağaçlarına göre ne kadar küçük… “Yer çekimine” tâbî bu küçük şeyler normalde, yerin altına göre gitmeleri gerekirken ve “yer çekimi” diye bir şey yokken, bakıyoruz, toprak altında içlerinden çam ve incir fidanları çıkıyor… Hem de metrelerce yükseliyor bunlar… Sebep-netice açısından akıl gözümüzle bir bakalım, kendi kendine böyle bir şey olabilir mi? Perde olarak yine de Allah’ın koyduğu “neşv ü nema” kanunu var. Kanunlar da hakikî varlığı olan bir şey değil… Bir nizam bir sistem… Eğer o nizamı ve sistemi işleten birisi olmazsa bir işe yaramaz.
Üzüm çubukları gibi nâzenin nebatatın ve sarmaşıkların başka ağaçlar, akıllı bir insan yavrusunun sarılması gibi sarılıp yüklenmeleri de üzerinde durulması gereken bir husus…
Bütün bunları akıl terazisinde tartarak tefekkür edersek, perdeler birer birer kalkar ve bizler gerçekleri görmeye başlarız.