Samanyoluhaber.com yazarlarından Abdullah Aymaz ihlas konusu ele aldığı yeni köşe yazısını "Yirmi pauntluk bir para üstündeki ibretlik resim" başlığıyla kaleme aldı.
İhlas Risalesinden, şirket-i maneviye konusu anlatılırken, iştirak-i sanat, teşrik-i mesai ve taksim-i âmal meseleleri misallendirilirken, İngiliz paundlarından –şimdi tedavülden kaldırılmış 20 paundluk- bir kâğıt paranın üzerindeki resimden misal veriyorduk. Bizim Londra’da tıp profesörü bir kardeşimiz dikkatimizi çekerek, bu paranın arka yüzündeki Adam Smith resminin bulunduğu dikiş iğneleri konusunu gösteriyordu. Büyük işlerde uzmanlaşmış, branşlaşmış kimselerin intizamlı bir sistem içinde çalışırlarken ne kadar büyük işler başarabilecekleri apaçık ortaya konuyor. Bu husus, şirket-i mâneviyeyi anlatmak için çok önemli olduğundan Üstad Hazretleri bunu Risaleye taşıyordu. Sonra da şöyle diyordu:
“İşte ey kardeşlerim! Madem dünya işlerinde, kesif maddelerde böyle ittihad, ittifak ile neticeler, böyle azîm yekun faydalar verir. Acaba, uhrevî ve nuranî, tecezzi ve inkısama muhtaç olmayarak ve fazlı İlahî ile her birisinin aynasına umum nûr, yansımak ve her biri umumun kazandığı misil sevaba mâlik olmak, ne kadar büyük bir kâr olduğunu kıyas edebilirsiniz. Bu azîm kâr, rekabetle ve ihlâssızlık ile kaçırılmaz!”
“İhlası kıran ikinci mânî: Hubbe-i câhtan (makam, şöhret sevgisinden) gelen şöhretperestlik sâikasıyla, şan ve şeref perdesi altında halkın takdir ve beğenisini kazanmak, nazar-ı dikkati kendine celbetmekle enâniyeti okşamak ve nefs-i emmareye bir makam vermektir ki, en mühim bir ruhî maraz olduğu gibi ‘şirk-i hafî yani gizli şirk’ tabir edilen riyakârlığa, kendini beğendirmeye kapı açar, ihlası zedeler.
“Ey kardeşlerim! Kur’an-ı Hakîmin hizmetindeki mesleğimiz hakikat ve uhuvvet olduğunu ve uhuvvetin sırrı, şahsiyetini kardeşler içinde fâni edip (*) onların nefislerini kendi nefsine tercih etmek olduğundan, aramızda bu nevi makam sevgisinden gelen rekabet tesir etmemek gerektir. Çünkü mesleğimize bütün bütün ters ve zıttır. Madem kardeşlerin şerefi umumiyetle her ferde ait olabilir; o büyük mânevî şerefi, şahsî kendini beğendirici, rekâbetkârâne, cüz’î bir şerefe ve şöhrete fedâ etmek, Risale-i Nur şakirtlerinden yüz derece uzak olduğu ümidindeyim.
“Evet, Risale-i Nur şakirtlerinin kalbi, aklı, ruhu, böyle aşağı, zararlı, süflî şeylere tenezzül etmez. Fakat herkeste nefs-i emmâre (kötülük emreden nefis) bulunur. Bazı da nefsî hissiyat damarlara dokunur; bir derece hükmünü kalb, akıl ve ruhun rağmına olarak icrâ eder. Sizlerin kalb, ruh ve aklınızı, itham etmem. Risale-i Nur’un verdiği tesire binâen itimad ediyorum. Fakat nefis, heva, his ve vehim bazen aldatıyorlar. Onun için, bazen şiddetli ikaz olunuyorsunuz. Bu şiddet, nefis, hevâ, his ve vehme bakıyor; ihtiyatla davranıyoruz.
“Evet eğer mesleğimiz, şeyhlik olsa idi, makam bir olurdu veyahut sınırlar, mahdut makamlar bulunurdu. O makama müteaddit istidadlar namzet olurdu. Gıbtakârâne bir hodgâmlık olabilirdi. Fakat mesleğimiz uhuvvettir (kardeşliktir). Kardeş kardeşe peder olamaz. Mürşid vaziyetini takınamaz. Uhuvvetteki makam geniştir. Gıbtakârane müzahameye (sıkıntı vermeye) sebep olamaz. Olsa, olsa, kardeş kardeşe muâvin ve zahîr (destekçi) olur, hizmetini tekmil eder. Pederâne, mürşidane mesleklerdeki gıbtakârâne sevap hırsı ve yüksek gayret cihetiyle, çok zararlı ve hatarlı (tehlikeli) neticeler vücuda geldiğine delil, ehl-i tarikatın o kadar mühim ve azîm kemalâtları içindeki ihtilafların ve rekabetin verdiği vahim neticelerdir ki, onların o azîm kuvvetleri, bid’at rüzgarlarına karşı dayanıyor.
“Üçüncü mâni: Korku ve tamahtır. Bu mâni diğer bir kısım mânilerle beraber ‘Hücumat-ı Sitte’ de tamamıyla izah edildiğinden ona havale edip Cenab-ı Erhamürrâhiminden bütün Esmâ-yı Hüsnâsını şefaatçi yapıp niyaz ediyoruz ki: ‘Bizleri ihlas-ı tâmma muvaffak eylesin. Âmin.”
Yirmi Dokuzuncu Mektubun Altıncı Kısmı “Hucumat-ı Sitte”dir. İnsan ve cin şeytanlarının Altı Desiselerine inşaallah akim bırakır ve hücum yollarından altısını seddeder. Biz sadece İkinci Desise Korku meselesinden bir parçasını iktibas edeceğiz: “İnsanda en mühim ve esaslı bir his, korku hissidir. Dessas (hilekâr sinsi) zâlimler, bu korku damarından çok istifade etmektedirler. Onunla, korkakları gemlendiriyorlar. Ehl-i dünyanın hafiyeleri ve ehl-i dalâletin propagandaları, avam halkın, bilhassa ulemanın bu damarından çok istifade ediyorlar. Korkutuyorlar, evhamlarını tahrik ediyorlar. Mesela: Nasıl ki, damda bir adamı tehlikeye atmak için bir dessas adam, o evhamlının nazarında zararlı görünen bir şeyi gösterip, vehmini tahrik edip kova kova tâ damın kenarına getirir, baş aşağı düşürür, boynu kırılır. Aynen onun gibi,
Çok ehemmiyetsiz evhâm ile, çok ehemmiyetli şeyleri fedâ ettiriyorlar. Hatta bir sinek beni ısırmasın diyerek, (insanlar) yılanın ağzına girer. (…)
“İşte ey kardeşlerim! Eğer ehl-i ilhadın (dinsizlerin) dalkavukları, sizi korkutmak ile kudsî cihad-ı manevinizden vazgeçirmek için size hücum etseler ‘Biz Kur’an tarafında, Kur’an taraftarıyız. (Muhakkak ki, Kur’an’ı Biz indirdik ve yine muhakkak ki Kur’an’ı Biz koruyacağız) (Hicr Suresi, 15/9) âyetinin sırrıyla, Kur’an’ın kalesindeyiz. ‘Hasbünallahü ve ni’me’l-Vekil’ etrafınızda çevrilmiş muhkem bir surdur. Binler ihtimalden bir ihtimal ile, şu kısa fani hayatı bir zarar gelmesi korkusundan, ebedî hayatımıza yüzde yüz binler zarar verecek bir yola, bizi irademizle sevkedeceğiz.”
Mâlum, dine düşman olanlar gücü ellerine geçirince mafya usulü çalışıyorlar. Ellerinde iki silah var: İHÂFE (korkutma) ve IZRAR (zarar verme)… Bu iki silahla algı operasyonları ile en kötü olgular meydana getiriyorlar. Ama ihlaslı ve haklı Hizmet Mensuplarına uyguladıkları mafyacılık inşaallah geri tepip boyunlarına dolanacak. Dolandı da…