Yakın zamana kadar Venezuela bir başarı hikayesi olarak gösteriliyordu. Tıpkı Türkiye gibi...
Gazeteci Adem Yavuz Aslan
TR724.com 'da kaleme aldığı yazıda Venezuella ile Türkiye arasındaki benzerlikleri analiz etti..
YOLUN SONU…
Hikâyenin farklı versiyonları olmakla birlikte en bilineni Nasrettin Hoca’ya atfedileni. Hoca günün birinde damdan düşer. Yardıma koşup ne olduğunu soranlara cevabı ise ders niteliğindedir: “Bana damdan düşmüş birini bulun, halimden o anlar.”
Bana bu hikâyeyi hatırlatan şey ise geçtiğimiz günlerde tanıştığım Venezuela’lı bir akademisyenin anlattıkları oldu.
Konuyu takip edenler bilir, Venezuela tarihinin en büyük krizini yaşıyor. Ülkede büyük bir dram var. Açlık ve şiddet kol geziyor.
En temel sağlık hizmetleri bile verilemiyor, unutulmaya yüz tutan kolera gibi hastalıklar salgın haline geldi.
BU KADAR BENZERLİK FAZLA!
‘İyi de bunlardan bize ne?’ diyen AKP seçmeniyseniz biraz sabredip yazıyı sonuna kadar okuyun.
Çünkü Venezuela hikayesinde ‘Türkiye’nin geleceği’ var.
Çok değil yakın zamana kadar Venezuela bir başarı hikayesi olarak gösteriliyordu. Özellikle de ‘Latin Amerika solu’ için.
Ülkenin popüler lideri Chavez ‘Amerika karşıtı hareketler’ için bir idol halini almıştı. Peki ne oldu da zengin petrol kaynaklarına sahip, bölgesine ‘model ülke’ diye gösterilen Venezuela çok değil 10 yıl içinde çöktü?
Her şeyden önce Venezuela’nın hikâyesi birçok yönüyle ‘fazlasıyla tanıdık’.
Tıpkı Erdoğan gibi Hugo Chavez de ‘ağır bir ekonomik kriz’ ve ‘eski tip, yolsuz siyasiler’ yüzünden ‘ezilen kitlelerin umudu’ olarak iktidara gelmişti.
Seçim kampanyasını da ‘petrol parasını zengine değil halkın hizmetine sunma’ vaadine dayandırmıştı.
İlk yıllarda ılımlı politikalar yürüttü.
Liberalleri, farklı görüş temsilcilerini dinledi, onlara yönetimde söz hakkı verdi. Yabancı yatırımcıyı ülkeye çekmeye çalıştı. Ekonomik rahatlama ve fakirlere yönelik icraatlar nedeniyle oyunu arttırdı.
Fakat tıpkı Erdoğan gibi, gücü ve popülaritesi arttıkça ittifak ettiği kesimleri dışlayıp otoriter politikalar izlemeye başladı.
Chavez hayli renkli bir kişilikti.
‘Alo Presente’ isimli bir TV programı ile ekranlara çıkıyordu. Zamanla tüm medyayı kontrolüne aldı. Muhalif hiçbir yazara, gazeteciye yaşam hakkı tanımadı.
Ekonomi de kendi adıyla (Chavismo) anılan bir modeli uygulamaya başladı.
Görünüşte ‘serbest piyasa ve özel şirketler’ vardı ama hepsinin arkasında Chavez ve ‘adamları’ bulunuyordu.
Chavez, Tayyip Erdoğan’ın ‘Varlık Fonu’ projesinin benzerini ‘Ulusal Kalkınma Fonu’ adıyla kurdu. Bütün kamu şirketlerini bünyesine aldı ve hiçbir şeffaflığı olmayan bu yapıda tek söz sahibi oldu.
Chavez’in ‘tek söz’ sahibi olduğu bu yapıya ‘Chavez’in kumbarası’ adı verildi.
Chavez bu denetimsiz parayla seçimlerde ‘orantısız’ kampanyalar yürüttü. Ülke ekonomik getirisi olmayan inşaat projeleri ile doldu. (Bu kadar benzerlik olur mu, demeyin daha ‘yok artık’ diyeceğiniz çok benzerlik var)
Tıpkı Türkiye’deki gibi ‘Chavez’in arkadaşı’ ve ‘kamu ihalelerini alan iş adamları’ medyada yeni patronlar oldular. Muhalif gazeteciler tutuklandı. ‘Esnek yasalarla’ muhalif her fikrin sahibi hapsi boyladı.
Tıpkı Türkiye’deki ‘hükümetin hoşuna gitmeyecek her olayda’ yayın yasağı kararı getirildi. Öyle ki haber yapmak cesaret isteyen bir hale dönüştü. Amerikan karşıtlığı ve ‘komplo severlik’ en popüler akçe oldu.
Chavez ve ondan sonra göreve gelen Maduro her eleştiriyi, her öneriyi ‘ülkesinin büyümesini istemeyen yabancı güçlerin hamlesi’ olarak tanımladı. ‘Ülkemize karşı ekonomik savaş başlatıldı’ iktidar medyasının klasik söylemi haline geldi.
Denetimsiz paralardan kırsal ve eğitimsiz kesimlere her seçim öncesi fonlar aktarıldı. İktidar partisinin ofislerinden seçmene nakdi yardımlar yapıldı.
‘ÇALSA BU KADAR YATIRIM YAPILIR MIYDI?’
Chavez iktidarının ilk yıllarında -biraz yüksek seyreden petrol fiyatlarının da etkisiyle- ekonomik hayatı canlandırdı. Özellikle fakir semtlere hastaneler ve ucuz konutlar yaptırdı. İş imkanları sağladı. Hal böyle olunca Türk insanına çok tanıdık gelecek bir söylem ortaya çıktı: “Yolsuzluk olsaydı bu kadar yatırım yapılabilir miydi?” ya da “Çalıyor ama çalışıyor!”.
Chavez tıpkı Erdoğan gibi sık sık referandum ve anayasa değişiklikleri yaptı. Aşama aşama ‘tek adamlık rejimini’ pekiştirdi. 2004’ten itibaren yargı bağımsızlığı da kalmadı.
Fiilen yargı da ‘başkanın emrine’ girdi.
İktidarın hoşuna gitmeyen kararları alan yargıçlar tutuklandı ya da sürüldü. Muhalif liderler tutuklandı. Chavez’in en büyük hamlesi yüksek mahkemeye yandaşlarını doldurmasıydı. Öyle ki yüksek mahkeme (bizim Anayasa Mahkemesi gibi) ‘rejimin meşrulaştırma aracı’ haline geldi.
Muhalif siyasiler hapse atılırken iktidarı eleştiren herkes uyduruk suçlamalarla cezaevlerine dolduruldu. Bugün Venezuela hapishanelerinde on binlerce siyasi mahkûm var. Türkiye’yle bir başka benzerlik ise tutuklu belediye başkanları. Muhalefet partisine mensup onlarca belediye başkanı halen cezaevinde.
YOLSUZLUK SİSTEM HALİNE GELDİ
Chavez iktidara gelirken tıpkı Erdoğan gibi ‘yolsuzluk ve yoksullukla mücadele’ vaadinde bulunmuştu.
Ancak ‘etkin yönetim’ adına tüm denetim mekanizmalarını bir bir kaldıran Chavez bir süre sonra yolsuzluklarla anılır hale geldi.
Öyle ki Venezuela’da artık yolsuzluk sistematik bir sorun. Tıpkı Türkiye’de olduğu gibi ‘iktidara yakın olmayan hiç kimsenin’ ekonomik hayatta var olma şansı yok.
Rüşvet olmadan iş dönmüyor. Yolsuzluk yapanlar cezalandırılmadığı gibi iktidar tarafından ödüllendiriliyor.
Devletin bizatihi kendisi bu çarkı yönetiyor.
Öyle ki Venezuela artık ‘mafyatik bir devlet’ olarak tanımlanıyor. Yargı fazlasıyla politize ve tamamen iktidarın emrinde. Hal böyle olunca da işleyen bir hukuk sistemi yok. Her türlü protesto polisin orantısız şiddeti ile bastırılıyor.
Siyasi irade halkı kutuplaştırarak ‘yandaş kitleler’ oluşturuyor.
ÜLKE AĞIR ÇEKİM ÇÖKÜYOR
Bir zamanlar özellikle Latin Amerika solcularının dünyaya model ülke olarak gösterdikleri, bir cazibe merkezi sayılan Venezuela bu yanlış politikaların sonucunda bugün tarihinin en büyük krizini yaşıyor.
Ülkede resmen açlık var.
Marketler boş. Her şey karaborsada. Temel ihtiyaç maddeleri bulunamıyor. Venezuela’dan komşu ülkelere mülteci akını başladı. Şiddet olaylarında yüzlerle ifade edilen can kayıpları var. Ekonomi tamamen çökmüş vaziyette. Öyle ki Saddam rejiminin son döneminde olduğu gibi ülkenin parası artık sayılarak değil tartılarak işlem görüyor.
Hükümet komplo teorileri ve Amerikan karşıtlığı ile gündemi domine etmeye çalışıyor fakat artık ‘deniz bitmiş’ halde. Trump’ın ‘askeri seçenek masada’ söylemleri Chavez’in ölümünden sonra yerine geçen Maduro için can simidi oldu fakat bu durum Venezuela’nın çöktüğü gerçeğini sadece biraz etkiliyor.
Peki, Venezuela tecrübesinin bize bakan tarafı ne?
Cevap aslında basit: Tek adamlığın yolunu açar, medyayı iktidarın emrine sokar, yargıyı yandaş hâle getirir, komplo teorilerini geçerli akçe yapıp popülist politikalarla göz boyarsanız başınıza gelecek olan bellidir.
Peki Türkiye’de bu kadar gündem varken ben neden Venezuela’yı anlattım?
Cevap Nasrettin Hoca’nın tecrübesindeki gibi… Damdan düşenler diyor ki: “Tek adamlığa prim vermeyin, denetimsiz kontrolsüz yönetimler yolsuzluğu ve hukuksuzluğu getirir. Yargıyı siyasallaştırmayın, medyayı ve iş dünyasını iktidarın emrine sokmayın. Kısa dönemli küçük çıkarlar için kötü yönetime destek vermeyin. Yoksa bizim gibi açlıktan birbirinizi boğalar hale gelir, iltica edecek ülke ararsınız!”
Türkiye-Venezuela benzerliklerini konuştuğumuz akademisyenin şu tespiti ile bitireyim: “Herkes gidişatın farkındaydı fakat küçük çıkarlar, iktidar kaynaklı nemalanmalar yüzünden geniş halk kitleleri Chavez’i destekledi. Gerçeklerle yüzleştiklerinde de iş işten geçmişti.”
Adamlar ‘başımıza gelecek olanı’ daha nasıl anlatsınlar?