“Her devirde sefiliz” dedi geçen gün yol arkadaşım... “İnsanlar bizi her seferinde deli olarak görüyor” diye de ekledi. Bu içinde bulunduğumuz durumu ortaya koyma açısından ne kadar önemli bir ifadeydi...
Geçmişten günümüze düşündüğümüzde sadece Allah için hareket edenleri anlamak mümkün olmamış. Çünkü dünya adına bir beklentileri olmadığı için dünyalık zenginlikler peşinde de koşmazlar. Varsa yoksa Allah rızası.
Dinin emrettiği çerçeve içerisinde geneleksel kültürle yoğrulan bir ailede yetiştim. Sade bir Anadolu ailesi ya da Anadolu dünyası... Farklı düşüncelere mensup aile fertlerimiz vardı etrafımızda. Farklı partilere, farklı görüşlere, farklı düşüncelere mensup bir çok insan. Bizim sade dünyamız onlarla bir araya geldiğimizde bir hayli renklenir, canlanırdı. Garaj üstü sohbetlerde, çatı üstü çay içmelerde sesler yükselir, kimi zaman hararetlenirdi. Ancak gecenin sonunda kucaklaşılır ve bir sonraki akşam buluşmak üzere vedalaşılırdı. O çatıda eğitimli insanlar da vardı ilkokul mezunu diyebileceğimiz insanlar da. Kendisini yetiştiren de vardı günlük sade dünyasında yaşayan da.
Biz çocuklar olarak eğlencemizdeydik. Aylardır görüşmediğimiz uzak yakın yaşdaşlarımızla oyundaydık. Yada büyüklerimizin o şen şakrak muhabbetinde... Onca gürültü arasında kavganın olmaması şaşırtırdı bizi.
Bir gün o sohbetlerin birisinde “beyni yıkanmış” tabirini duymuştum. “Beyni yıkanmak” acaba nasıl bir şeydi? Beyin nasıl yıkanırdı? Uzun süre düşündüğümü hatırlıyorum. Beyin yıkanırsa temizlenir miydi?
Sonradan ağabeyim anlatmıştı bana beyin yıkanmasının ne demek olduğunu. Bir akrabamızın komşusunun oğlu Allah için bir şeyler yapma iştiyakı duymuş ve genç arkadaşlarının peşine takılmıştı. Artık onlar gibi düşünmediği için de beyni yıkananlardan olmuştu. Yani garip bir insan formuna dönüşmüştü. Ya da aklını kaybetmiş, aklını kendisi kullanamaz olmuştu. Oysa daha çok okumaya, daha çok düşünmeye, her adım atışını bile daha dikkatli atmaya başlamıştı. Sadece kendisini değil, bütün insanlığı düşünmeye başlamıştı. Ailesine de o kadar saygılı olmuştu ki... Bütün dünyayı kendisinden müteşekkil gören insanlık için haliyle garipleşmişti...
Ben bu konuda dışarıdan bakıyordum her şeye. Zira bizim ailemiz için dini çerçevede normal olan pek çok şey başkaları için normal ötesi bir durumdu. Bizi tanısalar bile... Hiç bir partiyle alakası olmadı babamın. Okuduklarını anlatırdı çoğunlukla. Gördüklerini de okuduklarının çerçevesinde yorumlardı. Bu yüzden başkaları için normal olmayanlar bizim için normaldi.
Aydın’dayız... Ertesi gün bir araştırmacı yazarın konferansı var... Tarih enteresan yalnız, 20 Mart... Ve bizler elimizde afiş, konferansın tanıtımını yapacağız. Yapıştıra yapıştıra gidiyoruz. Etrafımız birden bire sivil görünümlü, ellerinde makineli silahlar olan insanlarla çevrildi. Aynı filmlerdeki gibi.. Arabalar, ani frenlerle yanımızda durdular. Asmak üzere elimizde olan afişleri aldılar hızlıca. Bir kaçı küfür salladı bize. Bir kaçı tekme ve tokat... Afiş yapıştırmayın ve defolun dediler bize... Üsluplarınca tabii... Ve biz de bir kaç sokak sonra afiş yapıştıra yapıştıra yolumuza devam ettik. İlk o zaman anlamıştım garip olduğumuzu...
Üniversite dönemi bu konuda daha aydınlatıcı oldu. Gariplerden olmanın coşkusunu doyasıya yaşadık. Daha çok okuyor, daha çok bir şeyler anlatmaya çalışıyorduk. Burada “biz” çoğul eki nedense değişmez bir gerçek olarak ifadenin içerisinde yer alıyor. Bir arkadaşım var... Can dostlarımdan birisi. Bir gün yine biz ifadeleriyle konuşurken bana “kendin için konuş” demişti. Haklıydı da...
Gerçi bizim milli görünüşümüz gariplerden olduğumuzu ortaya koysa da asıl garipliği tesettürlü hanımefendiler yaşadılar. Bizim yaşadığımız onların yaşadıklarının yanında devede kulaktı sadece. En yakınlarına bile tercihlerinin sebebini anlatamamak... Onlar gittikleri her yere garipliklerini de beraberlerinde taşıyorlardı. Düşünsenize onca hevailiğin, nefsaniliğin yaşandığı devirde, kutsi bir tercihte bulunmak kendini cezalandırmak gibi bir şey geliyordu insanlara.
Asıl enteresan olan bu “garipliği” anlamalarını beklediğimiz insanların anlayışsızlığıydı. İnsanlar öylesine dalmıştı ki dünyaya. Dünya dışındaki her hareket, sözlükte araştırılması gereken bilinmeyen bir kelime gibiydi onlara.
Şubat soğunun yaşandığı dönemler. Arkadaşın birisi heyecanla geldi.
-Dışarıdan tanklar geçiyor abi!
Hemen koştuk pencereye nerede tanklar diye. Bir baktık ki fazla gürültü çıkartan bir çöp kamyonu.. Hep beraber gülümsemiştik... İçinde bulunduğumuz halet-i ruhiyeye gülümsemiştik... Gariptik...
O dönemlerde yurt dışına doğru bir eğitim hareketi başlamıştı. İnsanlar gönüllü olarak dünyanın çeşitli yerlerine doğru gidiyorlardı. Gurbetçi olmak için, para kazanmak için değildi onların gidişleri. Bize ait güzellikleri, kültürümüze ait güzellikleri sunma adınaydı bu gidiş. Adeta ikinci kutsiler olma yolunda bir “kıyam” dı... Hatta iç savaşların yaşandığı ülkelere bile gittiler. Her gidenin ardından dalıp gittik biz de. Bize de nasip olur mu diye? Hala buradayız nedense?
Savaşın ortasına gidiş... Türkiye’den daha kötü ülkelere gidiş... Gurbeti sadece para kazanmak olarak algılayan milletimize bunu anlatmak daha zordu. Çünkü Türkiye’den ancak para kazanmak için çıkılırdı o dönemde. Ya da her hangi bir suç işleyenler kaçardı dışarıya. Oysa bu gençler sadece Allah için çıkıyordu yurt dışına. Hem de çöllere, dağlara, kutuplara, steplere... Ne garip insanlardı... Evet evet beyinleri yıkanmıştı onların... Hedefinde sadece dünya olan bir insan için, bu gidişlerin başka anlamı olamazdı.
Hizmet hareketinin en önemli özelliklerinden birisi, insanlara yeniden “hicret” duygusunu hatırlatmasıydı. Demek ki günümüzde de kutlu kavramlar adına gidilebiliyormuş düşüncesini yeniden ortaya çıkartmasıydı... O yüzden ikinci kutsiler demek abartılı bir ifade değildi.
Birbirini takip eden yıllar sonrasında dünyanın bir çok yerinde okullar açıldı. Dallar meyveye durdu... “Evet artık anlaşılabiliyor” denilen yıllardı. Onbinlerce insan stadyumlarda buluşuyor, devletlular bile gelip adanmışları tebrik ediyor, selamlar yolluyorlardı. Yoksa gariplik sona mı eriyordu?
Sonra birden bire herşey tersine dönüverdi. Şubat soğuğundan bile daha zalimi buluverdi bizi. “Biz geldik artık rahat edin, açılın- saçılın” diyenler, iyiden iyiye dünyaya dalıp menfaatlerinin günahları gün yüzüne çıkınca “Biz olmazsak siz de olmazsınız” demeye başladılar. Masaya işaret parmağıyla tehditvari dokunup “Gelip biat edeceksiniz” bile dediler... Mesele buydu demek ki biat...
Sonra da gelsin fişlemeler, baskılar, zorlamalar, iftiralar, hakaretler, yalanlar... Kılı kırk yararcasına yaşanan hayatları bile tarümar ettiler. Ya da ettiklerini zannettiler. Oysa kendi içlerinde çürüyüp gidiyorlardı...
Anladık ki o güzel konuşmaların hepsi dudaktan söylenmiş, gönüle inmemiş...
Anladık ki onbinlerce insanın karşısında, stadyumlarda yapılan konuşmaların arasında dökülen göz yaşları sahteymiş... (Gerçi inşallah öyle değildir)
Anladık ki dini yaşıyor diye bildiklerimiz bile bu kutlu yolculuğu anlayamamış...
Anladık ki her şey hasettenmiş...
Şimdi yeniden acıyarak bakıyor herkes: “Bakın neler yapıyorlar onlara” diye...
“Devleti ele geçirdiğini zanneden bir grup, topyekun saldırıyor onlara” diye...
İçlerinden de geçiriyorlardır belki “Keşke özür dileseler” diye...
Abdest sağlam çok şükür...
Gidilen yol da belli: Dosdoğru...
O halde sadece sebepler dairesinde başa gelenlere sabretmek düşer her adanmış gönüllüye...
Bakalım kim kimden özür dileyecek...
Evet anladık ki gariplik bitmemiş...
Ve asıl önemlisi “GARİPLİK BİTMEZMİŞ, BİTMEMELİYMİŞ”
Muhabbetle...