Türkiye’de her seçim sonrası ‘laiklerin korkuları’ konuşuluyor. Referandum sonrasında da gündem yüzde 42’nin korkuları. Peki, geriye kalan yüzde 58’lik kitlenin hiç gelecek veya hayat tarzı kaygısı yok mu? İşte onların korkuları...
Yine bir sandık süreci yaşadık ve gündem yine aynı; laik kesimin korkuları. Türkiye’de son yıllarda her seçim sonrası, ‘laik’ diye tabir edilen ve özellikle de sahil bölgelerinde yaşayan insanların gelecek endişeleri konuşuluyor. 12 Eylül halk oylaması sonrasında da bu gündem değişmedi. Sandıktan yüzde 58 oranında evet oyu çıkmasıyla, televizyon ekranlarında ve gazete sütunlarında, laiklerin hayat tarzlarına müdahale edileceği yolundaki endişeleri tartışıldı, tartışılıyor. Yine içki içme özgürlüğünün olmayacağı, sanat faaliyetlerine müdahale edileceği, hatta kıyafet tercihlerine bile karışılacağı, Türkiye’nin böyle bir yola girdiği yorumları havada uçuşuyor. Yaşam tarzı endişelerine son dönemde bir de milliyetçi reflekslerle süslenen bölünme korkuları eklendi.
Bu gündemin üstüne gelen Tophane provokasyonu, içki içildiği gerekçesiyle sanat atölyesi basma girişimi, tartışmaların tuzu biberi oldu adeta.
Referandum sonrası, ‘yüzde 42’nin korkuları’ ya da ‘yüzde 42’yi anlamak lazım’ şeklinde cümleler kurmak çok moda. Hatta bu sürece AK Partililer de destek veriyor. Başbakan, hayır oylarının sebebinin araştırılması için partiye talimat veriyor. Aslında bir ülkeyi yönetmeye talip iktidarın, her kesimin sorunlarını, sıkıntılarını, endişelerini ve korkularını anlama çabası önemli. Bütün Türkiye’nin iktidarı olmak da bunu gerektiriyor zaten. Buradaki sorun, Türkiye’de yalnızca belirli kesimlerin korkuları, kaygıları veya gelecek endişeleri varmış havasının oluşturulması. Estirilen medyatik rüzgârlar, korku psikolojisini sadece bir kesime mal ediyor. Peki, gerçekten öyle mi? Moda tabiriyle söyleyecek olursak, evet diyen yüzde 58’lik kitle hiçbir şeyden korkmuyor mu? Bu insanların bir gelecek endişesi yok mu?
Yüzde 58’lik kitle denildiğinde ağırlık dindar - muhafazakâr kesimlerde olsa da, bu gruba demokratlar, liberaller, azınlık mensupları, Alevilerin bir kesimi ve laik hayat tarzını benimsemiş ancak özgürlükçü anlayışa sahip olanları da eklemek gerekiyor. Yıllardır, laik-Kemalist kesim üzerine ‘ötekilik’ veya ‘korku’ araştırmaları yapılıyor. Genel eğilim, muhafazakârlardan kaygı duyan veya bu kesimden endişesi olanları anlamaya ve analiz etmeye çalışmak üzerine yoğunlaşıyor. 2006’da, Boğaziçi Üniversitesi ve Açık Toplum Vakfı’nın destekleriyle, Türkiye’de muhafazakârlık üzerine çok nadir görülen araştırmalardan birine imza atan Doç. Hakan Yılmaz, “Bu alandaki araştırmalar daha çok muhafazakâr kitlenin ötekileri üzerine yapılıyor. Dindar kitlenin korkuları veya kaygıları üzerine yapılmış bir araştırmaya ben şahit olmadım. Böyle bir anlama çabası yok. Bu da ilginç bir durum.” diyor. Gerçekten de öyle, muhafazakârları anlama noktasında, daha doğrusu, laik - Kemalistler dışındaki kitleleri anlama noktasında, sadece merkez medya değil, sivil toplum kuruluşları, üniversiteler ve akademisyenler de son derece ketum davranıyor.
ERGENEKON, ÖZGÜRLÜKLER VE EKONOMİ
Özel televizyon kanallarındaki onlarca tartışma programının ilgisini çekmese de, Türkiye’de farklı kesimlerin de kaygıları olabileceğini ilk seslendirenlerden biri, Sabah gazetesi yazarı Nazlı Ilıcak oldu. Sadece laiklerin, diğer bir deyişle sahillerde yaşayanların değil, muhafazakârların ve liberal demokrat kesimlerin de korkuları olduğunun altını çizdi. Ilıcak’a göre muhafazakârların korkularının somutlaştığı 3 ana tema var; Ergenekon soruşturma sürecinin sulandırılarak, darbeci zihniyetin tasfiye edilememesi, özgürlükler noktasında gelinen seviyeden tekrar geri gidilmesi ve ekonomideki kazanımların heba olması. Nazlı Ilıcak sorularımıza cevap verirken bunların sadece toplumsal bir kesimin değil, bizzat kendi endişesi olduğunu vurguluyor. Referandumdan hayır sonucu çıkma ihtimalinden ciddi kaygı duyduğunu söyleyen Ilıcak, endişelerini sıralıyor: “Hayır kararı çıkma ihtimali sebebiyle endişelerim vardı. Bunların başında Ergenekon sürecinin sulandırılması geliyordu. Ergenekon’dan sonuç alınmazsa, darbecilerin ve psikolojik harekâtların kökü kazınmış olmayacak. Bu sebeple kendi adıma değil ama ülkem adına ciddi endişe duyuyorum.”
Tecrübeli yazarın dikkat çektiği diğer iki husus özgürlükler ve ekonomi. Mütedeyyin kesimin 2002’den bu yana ciddi bir rahatlama yaşadığı tespitini yaparak, “Daha özgür bir ortamdayız ve AK Parti iktidardan düşerse, baskı ortamı tekrar geri gelir kaygısı var. Çünkü başörtüsü eskisine göre daha özgür belki ama çözüm hukuki bir güvenceye bağlanmış değil. İktidara göre şekillenen bir durum var.” tespitini yapıyor.
Nazlı Hanım’ın üçüncü önemli endişesi ekonomiyle ilgili. Türkiye’nin koalisyon dönemlerinde yaşadığı ekonomik çöküşleri hatırlatarak, “Siyasi istikrarla ülkenin nerelere ulaşabileceğini gördük ve tekrar istikrarsızlık yaşamaktan da korkuyoruz. Hayırlar fazla çıksa erken seçim olabilirdi. O hızla koalisyon gelebilirdi. İnsanlar bundan da korkuyor, ben de korkuyorum.” diyor.
Türkiye’de kendini ‘öteki’ hisseden bütün toplumsal kesimler üzerine bir araştırma yapan sosyolog Prof. Dr. Yasin Aktay, laiklerle muhafazakârların korkularının çok farklı nitelikleri olduğunu düşünüyor. Eğitim Bir Sen tarafından desteklenen çalışması, ‘Türkiye’de ortak bir kimlik olarak ötekilik’ adıyla kitaplaştırılan Aktay, laik Kemalistler kadar dindarların da korkuları var ama iki korku birbirinden oldukça farklı. Muhafazakâr kesim fiilen o baskıları yaşadığı ve hayat tarzına sürekli müdahale edildiği için, yaşadıklarından kurtulma ve özgürleşme peşinde. Yani henüz kendi hayatını normalleştirebilmiş değil. Bu açıdan çok gerçek ve realiteye tekabül eden endişelere sahip. Laik kesim ise bugüne kadar elde ettiği ve hayatını şekillendiren imtiyazları koruma peşinde. Dolayısıyla bir kesim hayatına müdahale edileceği düşüncesi içinde yaşarken; diğeri zaten hayatına yapılmış olan müdahalelerden kurtulmaya çalışıyor. Kısacası iki korku arasında yaşanmışlık farkı bulunuyor.
28 Şubat’ta yaşananlardan sonra artık Türkiye’de hemen her ailede bir baskı ve korku hikâyesi var. Orta ve alt kesim muhafazakârlardan kime dokunsanız size ya başörtüsü yüzünden üniversiteyi bırakmak zorunda kalan kızından, ya imam - hatip okuduğu için çok başarılı olmasına rağmen katsayı engeline takılan amcasının oğlundan, ya Kur’an eğitimi engellenen yeğenlerinden ya da başörtüsü yüzünden yurt dışında okumak zorunda kalan dayısının kızından bahsedecektir.
Sadece bu kadarla ve 28 Şubat’la kalsa iyi, bir de madalyonun diğer yüzü var. Sistemin laikçi bir söylem ile dindar insanları ötekileştirme ve bir düşman gibi konumlama özelliğine vurgu yapan Prof. Aktay, CHP’nin iktidar olduğu dönemlerde veya aynı zihniyetin iktidarı kullanabildiği ortamlarda bütün kararların dindarların aleyhinde çıktığını hatırlatıyor. Buna en etkili örnek, CHP’nin müracaatları ile Anayasa Mahkemesi’nin aldığı kararlar. Yasin Hoca, Danıştay baskını gibi büyük bir provokasyonun bile dindar insanlara ihale edilmek istendiğine dikkat çekerek, “Bugün hâlâ HSYK ile ilgili sorunları CHP’li eski bakanlar üzerinden konuşmaya devam ediyoruz. Bu yaşanmışlıklar ister istemez, dindar kitlenin, CHP’nin tekrar iktidar olma ihtimalinden korkmasına sebep oluyor. Bu bir evham değil.” tespitini yapıyor.
Doç. Dr. Bekir Berat Özipek ise laik kesimin korkularının sınıfsal bir boyutu olduğu tespitini yapıyor. Söylendiği gibi laik kesimin endişelerinin sadece yaşam biçimi ve özgürlüklerle ilgili olmadığını söyleyen Özipek, “Sürekli korkularından bahsedilen insanlar piramidin en tepesindeki kesimi oluşturuyor. Dolayısıyla bu korkuların sınıfsal boyutu da var.” diyor. Hangi kesimden gelirse gelsin, bir korku varsa onunla hesaplaşmak gerektiğinin de altını çizen Özipek, ancak bunlara teslim olunması durumunda demokratikleşme yolundaki adımların atılamayacağı uyarısını yapıyor. Çünkü bu korkuların bir kısmı, ötekilere verilecek haklarla ilgili. Mesela laikler korkuyor diye, başörtülü kızların okumasını engellemek doğrudan eğitim özgürlüğüne müdahale anlamına geliyor ve demokratikleşmeyi eksik bırakıyor. Aslında yüzde 58’lik kitlenin korkularının, yüzde 42 ile ilgisi yok. Onların sorunu tamamen kendi gelecekleri ve geçmişte yaşadıklarıyla ilgili. Oysa yüzde 42’nin kaygıları, yaşam tarzlarına ilişkin endişeler, yüzde 58’e endeksli. Bu kitlenin hayatın her alanında etkin ve görünür olmasından kaygılılar...
Bekir Berat Özipek, Türkiye’de dindar kesimin korkularının benzerini Kürtler, Ermeniler, diğer gayrimüslim topluluklar gibi kesimlerin de birebir yaşadığı tespitini yapıyor. En basitinden Ergenekon sürecinin yarım kalması veya tersine işlemeye başlamasıyla ülkenin yine 1990’lı yıllardaki gibi kan gölüne dönebileceği korkusunu sadece dindarlar değil, Kürt ve Alevi kökenli vatandaşlar ile demokrat insanlar da yaşıyor. Aynı şekilde bu ülkenin yakın tarihinde yaşanmış bazı elim hadiseler, mesela Varlık Vergisi, Aşkale sürgünü ve 6 - 7 Eylül olayları, gayrimüslimler için önemli bir panik gerekçesi. Bu korku, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı oldukları hâlde, binlerce gayrimüslimin ülkeyi terk etmesine yol açtı. Dedeleri, babaları bu topraklarda doğan insanların çocukları ve torunları artık sadece belirli dönemlerde memleketlerini ziyaret edebiliyor. O ayrıcalığı da son yıllarda elde edebildiler. Benzer bir durum Aleviler için geçerli. Türkiye, üzerinden ancak 70 yıl geçtikten sonra Dersim katliamını tartışabiliyor. Dersim’de Alevi kökenli vatandaşların maruz kaldığı acılar ve dramlar elbette o kesim için, somut bir korku tecrübesi olarak kayıtlara geçiyor.
Türkiye’nin önde gelen liberal aydınlarından, Plato Meslek Yüksekokulu Müdürü Prof. Dr. Atilla Yayla, korku psikolojisi yaşayan kesimlere liberalleri de dâhil ediyor. “Benim gibi insanlar tam bir fikir ve ifade özgürlüğüne sahip olamamaktan rahatsız. Fikirlerini ifade etmekten korkuyorlar.” diyen Yayla, aslında bu noktada kişisel tecrübeye sahip bir isim. İzmir’deki bir konuşmasında, Atatürk’le ilgili ifadeleri yerel bir gazete tarafından cımbızla çekilip haber yapılan ve hedef gösterilen Atilla Hoca, 15 ay hapis cezası aldı ve 24 ay boyunca Atatürk hakkında konuşması yasaklandı. Öğretim üyeliği yaptığı Gazi Üniversitesi’nden baskı gördü ve rektör tarafından sadece bir gazete haberi gerekçe gösterilerek görevinden alındı. Atilla Yayla, fikirlerinden dolayı tehdit görmüş bir entelektüel olarak, liberal aydınların da Türkiye’deki hukuki yetersizliklerden, ifade özgürlüğünün olmayışından ve fikirlerinden dolayı baskı görmekten endişeli olduğunu vurguluyor. Şimdi nispeten daha rahat bir ortam olduğunu ancak aynı günleri tekrar yaşamaktan korktuklarını belirterek, “Liberallerin en büyük sıkıntısı fikirlerinden dolayı başlarının derde girmesidir.” diyor.
Celal Bayar Üniversitesi Öğretim Üyesi Yrd. Doç Dr. Şükran Yaşar “Birileri sanal korkularıyla bizi boğmuşken biz korkularımızı bile dile getirmekten korkuyorduk.” diye söze giriyor. Peki, neden korkuyorduk? “Çünkü yaşanmışlıklarımız vardı.” diye devam ediyor. Ya hakkımızda soruşturma açılırsa! Ya işimizden atılırsak! Ya sürgüne gönderilirsek! Ya bizim açıklamalarımız yüzünden hiç suçu günahı olmayan bir kitlenin üzerine gidilirse ya milletimizin huzuru bozulursa gibi yaşanmışlıklar bunlar. Şükran Yaşar, “Tüm bu korkularımız bizi, seçtiğimiz başbakanımız asılırken bile, evinde hıçkıra hıçkıra ağlayan ama gıkını bile çıkaramayan bir toplum hâline dönüştürdü. Bugün hâlâ birileri 27 Mayıs milletimiz tarafından bir bayram coşkusuyla kutlanmıştır gibi utanç verici ve yalan açıklamalar yaparken, bu açıklamayı yapmaktan korkmazken, biz ‘hayır, hiç de bayram gibi kutlamadık’ demeye bile korktuk.” diyor.
Buna karşılık laik kesim diye tanımlanan kitlenin kendi yaşam tarzına bu kadar titizlenirken, karşı tarafın hassasiyetlerine saygı duymadığını belirten Yaşar, “Yani kendi başının açık kalması özgürlüğünü talep ederken, başı kapalı olanın açmasını istemektedir. Kendi alkol alma hakkının korunmasını isterken, alkol kullanmayanı geri kafalı ve çağ dışı bulabilmektedir.” diyor. Şükran Yaşar’a göre bu kitle bir daha kendisi gibi düşünenlerin ülkeyi kapalı, antidemokrat, ulusalcı ve seçkinci bir anlayışla yönetemeyeceği korkusu olduğunu söylemeye utanıyor, onun yerine ‘zorla başımı örterler, içkimi yasaklarlar, erkek-kız ayrımı yaparlar’ gibi suni korkularla ülkeyi meşgul ediyor. Yaşar bu sebeple, AK Parti’nin enerjisini bu yapay korkularla uğraşmaya değil, tam anlamıyla laik ve demokratik bir Türkiye oluşturmaya harcaması gerektiğini vurguluyor. Böyle olduğunda her iki kesimin de korkmak için gerekçesi kalmayacak.
Şükran Yaşar, referandumda evet oyu verenlerin de korkuları olduğu için bu tercihi yaptıklarını düşünüyor. Bu korkunun da darbe korkusu olduğunun altını çiziyor. Kendisini, ‘blue jean giymeyi seven, tırnakları ojeli ve de makyajlı bir akademisyen’ olarak tanımlayan Yaşar, başından geçen bir hadiseyi paylaşıyor: “Bu kitlenin anlayışına göre ben laik’im zaten. Beni kendilerinden kabul ettikleri için rahatça benim yanımda, benim de dâhil olduğum yüzde 58’i aşağılamada bir sakınca görmediler.”
Sonuçta, merkez medyanın verdiği imajın aksine, Türkiye’de korkuların giderek azaldığı ve bugüne kadar sistemin gadrine uğramış kesimlerin nispeten daha rahat ettikleri bir dönem yaşıyoruz. Yine medyadaki imajın aksine, korkması gereken bir kesim varsa, bunlar geçmişte hiçbir korku tecrübesi olmayan laik Kemalistler değil, bu kesimin ötekileri. Yani asıl korku, yüzde 42’den çok daha fazla yüzde 58’lik kitlede var. Çünkü onların menfi tecrübeleri çok fazla.
Bugün her Ergenekon operasyonu sonrası, ‘korku cumhuriyeti’ manşetleri atanlar da aslında Türkiye’nin bir korku cumhuriyeti olmaktan çıkmaya başladığını görüyor. Atilla Yayla, gelinen noktayı, “Burası zaten bir korku imparatorluğu idi. Henüz bundan çıkamadık ama bu imparatorluk teşhir edildi. ‘Türkiye korku imparatorluğuna dönüştü’ diyorlar; tam tersine, korku imparatorluğunun çözüldüğü bir süreç yaşıyoruz.” sözleriyle anlatıyor. Gerçekten de korku imparatorluğu çözülüyor ama bu sürecin tamamen bitebilmesi için, önce hükümetin sistematik ve kararlı iradesi, devamında ise bütün toplumsal kesimlerin, kendilerinin değil, artık öncelikle ‘ötekilerin’ haklarını savunabilmesi gerekiyor.
Sosyolog yazar Fatma Barbarosoğlu: Çözüm, küresel şehirde hemşehri bilinciyle yaşamak
-Türkiye’de uzun yıllardır korkular konuşuluyor. Bu korku iklimiyle ilgili genel tespitlerinizi öğrenebilir miyiz?
21. yüzyılda yaşayan kişiler olarak çok yoğun endişelerin, kaygıların baskısı altındayız. Biz değil, bütün dünya yaşıyor bu baskıları. Hiçbir şey eskisi gibi değil. Ne ki bunu idrak etmiş durumda değiliz. Medya bütün dünyada baş gösteren endişeleri tartışmak yerine suni tartışma ortamları oluşturuyor. On yılımız ‘Türkiye, İran olacak mı?’ tartışmaları ile geçti. Sonra ikişer sene ‘Türkiye, Cezayir olacak’, ‘Hayır hayır; Türkiye, Malezya olacak’ tartışmaları yaptık. Türkiye nasıl ‘TÜRKİYE’ olacak bunu tartışmayı göze alamıyoruz. Temel sıkıntımız buradan başlıyor. Çünkü Türkiye’nin ‘TÜRKİYE’ olabilmesi için hepimize ödev ve sorumluluklar düşüyor. Sorumlulukları reddedip korkmuş insan maskesi takarak eski hayatımıza devam etmek istiyoruz. Oysa kim iktidara gelirse gelsin sahil kesiminin o eski elit hayatı geri dönmeyecek. Ya ne olacak? Eski elitler dünya ölçeğinde rekabet edebilmeyi göze alarak ‘küresel şehir’ ölçeğinde hemşehri bilincini inşa edecekler. Bunu inşa edebilmeyi başardıkları oranda temsil edilmedikleri yılgınlığına daha az düşecekler diye tahmin ediyorum.
-Ülkemizdeki korkuların sürekli iktidarlar üzerinden konuşulmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Halkımız henüz talep etme bilincini kazanamadı. Talep etme bilinci olmayınca kendinize yakın saydığınız partilerin iktidarında kendinizi güvende, kendinize uzak saydığınız partiler iktidar olduğunda da tehlikede hissedersiniz. Kendi küçük hikâyesinden başlayarak insanımızın talep etme bilincini geliştirmesi gerekiyor. Oysa biz talep etme yerine şikâyet etmeyi, küfretmeyi tercih ediyoruz. Herhangi bir partinin iktidarından korkmamamız için, kendi küçük hikâyemizin güvenliği konusunda elimizi taşın altına sokmamız gerekiyor. Herkesin ‘iyi bir hayat’ bilincini taşıması gerekiyor. ‘İyi bir hayat’ önce bizim sorumluluk almamızla, seçtiğimiz kişilerden hizmet talep etmemizle başlar.
-Türkiye’de en fazla konuşulan, gündeme gelen korkular (yaşam tarzı, içki içme meselesi gibi) ne kadar gerçekliğe tekabül ediyor?
Biliyorsunuz her ramazan bu içki meselesi gündeme gelir. Derin dondurucudan çıkarılmış bir gündem olarak gelir üstelik. Yaşanan hayatın içinde bir yeri yoktur. Ramazan bayramından iki gün önce Karadeniz’e gittim. Yol boyunca gördüklerime inanamadım. Ordu’nun ilçelerinden geçerken ‘buralara hiç ramazan uğramamış’ dedim. Ramazan uğramadığı gibi edep ve saygı da yoktu. Sahildeki içkili lokantalar hınca hınç dolu. Buraya kadar olan kısmı ile ilgilenmediğimi söylemeliyim. Ama lokantanın dışına, yola bakan cephesine mangal yerleştirilmiş ve mis gibi koku eşliğinde ızgara yapılıyor. Yani medyada yapılan haberler ile gündelik hayatın arasında en ufak bir çakışma yoktu. En son yaşadığımız ‘galeri baskını’ da içki üzerinden gündeme getirildi. Kültür Bakanı da acele bir açıklama yaptı. ‘Hiç kimsenin Anadolu’daki hayatını dayatmaya hakkı yoktur’ diye. Tophane’den bahsediyoruz oysa, Fatih Çarşamba semtinden değil. Hangi Anadolu hayatı! Orada yaşanan sıkıntıyı içki içme meselesine hamletmek son derece sığ bir yaklaşım. Mahallenin yeni sakinleri ile eski sakinlerinin ‘karşılaşma anları’nda ortaya çıkan bir gerilim söz konusu. Gelenler ‘Parayı bastırdım, benim hakkım’ diyerek para bastırdığı mekândan dışarı taşıyor. Mahalle ile bütünleşmiş olanlar ise yeni gelenlerin ‘ortak mekânları’ işgal ettiğini ve bunu aşağılayıcı bir vücut dili içinde ortaya koyduğunu iddia ediyor.
ZAFER ÖZCAN
AKSİYON