Eğitimci-yazar Z. Hicran Yıldırım'ın kaleme aldığı Rehberlik Köşesi'nde her yaştan insanımız için önemli bilgiler yar alıyor. Yazı dizisinin onuncu bölümünde Yıldırım, Hz. İbrahim (as) ve Kâbe hakikatini anlatmaya devam ediyor.
Hz. İbrahim (as) ve Kâbe hakikati-3
[Rehberlik Köşesi-10]
Z. HİCRAN YILDIRIM
Kâbe, 'Bu insanlar artık Allah'a lâyıkı ile kulluk yapmıyorlar; bu yüzden ben de mebdeime yükseliyorum.' der ve yükselmeye durur.
Hz. İbrahim (as), eşini ve oğlu Hz. İsmail’i bırakırken geri dönüp onlara bakamadı. O tam bir tevekkül ve teslimiyet abidesiydi. Yüce Allah O`nu ve ailesini zayi etmeyecekti. Fakat, onlara veda etmeye mecali kalmamıştı.
Diğer taraftan, bu İlahî yönlendirmeden haberi olmayan Hz. Hacer, bu çöl ortasında büyük bir korku yaşıyordu. Bunun için, telaş dolu bir sesle seslendi:
– Bizi, bu yalnız ve ıssız vadide bırakıp da nereye gidiyorsun ey İbrahim?
Hz. İbrahim, sadece kendisine denileni yapıyor ve emre itaatten taviz vermek istemiyordu.
Hz. Hacer gittikçe artan telaşla yine sordu:
– Ey İbrahim! Bizi bu yalnız ve ıssız vadide bırakıp nereye gidiyorsun?
Belli ki, geldiği istikamette gerisin geriye ilerleyen Hz. İbrahim’den cevap gelmeyecekti. Kucağındaki biricik yavrusuyla arkasından koşturmak beyhudeydi. Sanki, yıllarca çocuk hasreti çeken ve dualarında Rabbinden çocuk dileyen Hz. İbrahim değildi. Şüphesiz böyle köklü bir değişim, ancak Rabbanî bir yönlendirme sonucu gerçekleşebilirdi. Bunun için Hz. Hacer:
– Sana böyle yapmanı Allah mı emretti? diye sordu.
O ana kadar hiç tepki vermeden ilerleyen Hz. İbrahim, bu soruya güven dolu bir sesle cevap verdi:
– Evet!
Emreden O ise, koruyacak da O (cc) olacaktı. O’nun koruması altına girdikten sonra ne bu ürperten vahşet ne korku veren yalnızlık ve ne de bir aile reisinin himayesinden mahrumiyet ürkütebilirdi onu. Onun için, arkasını dönüp kucağındaki yavrusuyla birlikte geri gelirken, Hz. Hacer’in dudaklarından şu kelimeler döküldü:
– Öyleyse O, bizi asla zayi etmez.
Artık Hz. İbrahim uzaklaşmış; Hz. Hacer de minik yavrusu İsmail’le birlikte bırakıldıkları noktaya geri dönmüştü.
Hz. İbrahim, ufukta kaybolacağı bir noktaya geldiğinde geri döndü. Mekke`nin üst kısmında yer alan Seniyye mevkiinde yüzünü Kabe`nin temellerinin olduğu tarafa çevirdi ve ellerini açarak Rabb-i Rahîm’inden şöyle niyazda bulundu:
“Ey bizim Rabbimiz! Şüphesiz ben, zürriyetimden bir kısmını Senin kutsal mabedinin yanında, ekin bitmez bir vadide yerleştirdim. Ey bizim Rabbimiz! Namazı gereğince kılsınlar diye böyle yaptım. Yâ Rabbi! Artık, insanların bir kısmının gönüllerini onlara doğru yönelt, onları her türlü ürünlerden rızıklandır ki Sana şükretsinler!” (İbrahim, 14/37)
Hz. İbrahim`in onları buraya getirmesindeki asıl hedef, insanı Rabbe yaklaştıran kulluk vazifesiydi. Ve bu vazifeyi doruk noktada temsil edecek olan Zât Sallallahu aleyhi ve sellem burada zuhûr edecek; dünya, buradan doğan nur ile kulluk adına en yüce zirveleri yakalayacaktı.
Zemzem'in KABE'nin içindeki kuyusu
Zemzem
Hz. Hacer, tek başına yalnız kaldığı bu vadide kısa bir süre sonra çocuğu için endişelenmeye başladı. Su ve yiyecekleri tamamen bitmek üzereydi. Bir anne olarak endişelerini teskin eden tek şey, Rabbine olan itimadıydı.
Rabbe itimadı tamdı. Fakat sebeplere riayet etmek gerekirdi. Bunun için Hz. Hacer, bir yudum su bulma arzusuyla iki tepecik, Safâ ile Merve arasında telaşla koştururcasına gidip geldi. Bu koşturmaları sırasında bir taraftan da göz ucuyla sürekli küçük yavrusunu kolluyor, onun başına bir şeylerin gelmesinden korkuyordu.
Safa ile Merve arası, Hz. Hacer’in güzergâhı olmuştu. Her iki tepenin eteklerine geldiğinde yürüyüşünü hızlandırıyor ve ayrı bir telaşla diğer tepeye ulaşmaya çalışıyordu. Bu telaşlı koşuşturma tam yedi kez tekrarlanacaktı.
Yine, Merve tepesine geldiği sırada bir ses duydu. Sanki bu ses, kendisini, oğlunun yanına çağırıyordu. Daha dikkatlice kulak kesilip baktı. Yanılmamıştı, biricik yavrusunun yanında bir melek duruyordu. Ayrıca, oğlu İsmail’in ayaklarının dibinde bir de pınar oluşmuştu ve çölün ortasında kaynayıp duruyordu. Bir çırpıda koşup çocuğunun yanına geldiğinde, meleğin kendisine şunları söylediğini duydu:
“Sakın, ‘Helak oluruz, zarara uğrarız' diye korkmayın. İşte şurası Beytullah'ın (Kabe'nin) yeridir. O beyti şu çocukla babası yapacaktır. Muhakkak ki, Cenab-ı Hak o işin ehlini zayi etmez.” (Taberî, el-Câmiu’l-Beyan, 13/230)
Vazife tamam olunca, melek de ortadan kaybolmuş ve yine Hz. Hacer’le küçük yavrusu Hz. İsmail yalnız kalmıştı. Hz. Hacer yerden çıkan suyun etrafını hemen dağılıp gitmesin diye toprakla çeviriyor bir yandan da:
- “Dur, dur” manasında “Zem zem” diyordu. Zemzem adı onun eseridir. Hz. Hacer, etrafını havuz gibi yapıp testisini doldurdu. Suyu aldıkça yerinde kaynıyordu.
Allah Resulü sallallahu aleyhi ve sellem, Hz Hacer`in bu halini kastederek şöyle demiştir:
“Allah, İsmail`in annesi Hacer`e rahmet eylesin! Eğer o, Zemzem`i kendi halinde bıraksaydı, muhakkak ki Zemzem akar bir ırmak olurdu.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/253)
Peygamber Efendimiz dönemindeki Kâbe'nin ve Mekke'nin maketi
Sadâkat ve Teslimiyet: Kurban
Hz. İbrahim Aleyhisselâm, Zilhicce Ayının sekizinci gecesi Şam'daki evinde dinlenirken rü'yasında oğlu İsmail Aleyhisselâmı kurban ettiğini görmüştü. Bu rüyayı üç kez üst üste görünce mutlaka yerine getirilmesi gereken bir emir olduğunu anladı. Çünkü peygamberlerin rüyası vahiy demekti. Hemen Mekke'ye geldi. Onu, annesinin yanında buldu. İsmail Aleyhisselâma:
- Oğulcuğum! Bir ip ve büyük bir bıçak al. Sonra, şu vadiye gidelim. dedi. Rabb'inin kendisine emrettiği şeyden hiç bahsetmedi. (Taberî-Tarih c.1,s.14O)
Hz. İbrahim ve oğlu İsmail Aleyhisselâm, Şı'b Vadisine (Mina`ya) doğru yöneldikleri zaman şeytan bir adam suretine girip onları Allah'ın emrini yerine getirmekten vaz geçirmek için İbrahim Aleyhisselâmın yolunu kesti:
- Ey ihtiyar! Nereye gidiyor ve ne yapmak istiyorsun? diye sordu.
İbrahim Aleyhisselâm:
- Şu vadiye gidip oradaki bir işimi görmek istiyorum!
Şeytan:
- Sen, her halde, İsmail'i boğazlamak istiyorsun!?
İbrahim Aleyhisselâm:
- Sen, hiçbir babanın çocuğunu boğazladığını gördün mü? diye sordu.
Şeytan:
- Evet, O baba sensin!
İbrahim Aleyhisselâm:
- Ben çocuğumu ne için boğazlayacakmışım? diye sordu. (Taberî-Tarih c.1,14O)
Şeytan:
- Sen bunu Allâh'ın sana emrettiğini sanıyor ve söylüyorsun!
İbrahim Aleyhisselâm:
- Eğer, Allah bunu yapmamı bana emretti ise Allah'a boyun eğip onun emrini yerine getirmeyi uygun bulurum! (Hâkim-Müstedrek c.2,s.555)
Şeytan:
- Vallahi, sanıyorum ki: Şeytan, rü'yanda, sana gelip şu oğlunu boğazlamanı emretmiştir. Sen, onu boğazlamağa gidiyorsun! deyince İbrahim Aleyhisselâm, onun şeytan olduğunu anladı:
- Ey Allah düşmanı! Vallahi, ben Allah'ın emrini o vadide mutlaka yerine getireceğim! dedi ve yerden bir taş alıp ona fırlattı.
Şeytan, İbrahim Aleyhisselâmdan ümidini kesince, İbrahim Aleyhisselâmın arkasında ip ve bıçak taşıyan İsmail Aleyhisselâmın önünü kesti. Ona:
- Ey çocuk! Baban seni nereye götürüyor biliyor musun? diye sordu. İsmail Aleyhisselâm:
- Ev halkımıza şu vadiden odun toplayacağız! dedi.
Şeytan:
- Vallahi, baban seni boğazlamak istiyor. Boğazlamağa götürüyor!
İsmail Aleyhisselâm:
- O, beni ne için boğazlayacak? Sen bir babanın çocuğunu boğazladığını gördün mü?! diye sordu.
Şeytan:
- İşte, o baba budur!
İsmail Aleyhisselâm:
- Babam beni ne için boğazlayacakmış? diye sordu.
Şeytan:
- Rabb'inin, bunu kendisine emrettiğini sanıyor!
İsmail Aleyhisselâm:
- O halde o, Rabb'inin kendisine emrettiği şeyi yapsın! Onun, her nerede olsa, Rabb'ine boyun eğmesi, Rabb'inin buyruğunu yerine getirmesi daha iyidir! Ben de emri dinler ve ona boyun eğerim! dedi ve o da yerden bir taş alıp Şeytana fırlattı.
Şeytan, İsmail Aleyhisselâmın da kendisini dinlemekten kaçındığını görünce, hemen onun annesine gitti. Hz. Hâcer, o sırada evinde bulunuyordu. Ona:
- Ey İsmail'in annesi! İbrahim'in oğlunu nereye götürdüğünü biliyor musun? diye sordu.
Hz. Hâcer:
- Şu vadiden bize odun toplamağa götürdü.
Şeytan:
- O, İsmail'i ancak boğazlamak için götürdü!
Hz. Hâcer:
- Bir babanın çocuğunu boğazlayabileceğini nasıl düşünebiliyorsun?! Hayır! Öyle değildir. O, oğluna karşı çok şefkatlidir!
Şeytan:
- O, bunu, Allah'ın kendisine emrettiğini söylüyor ve sanıyor!
Hz. Hâcer:
- Eğer, Rabb'i bunu emretti ise Allah'ın emrine boyun eğmek gerekir! Her nerede olsa onun Allah'a boyun eğmesi, Allah'ın buyruğunu yerine getirmesi daha iyidir! dedi ve o da yerden bir taş alıp ona fırlattı.
Hacdaki Şeytan taşlama, yaşanan bu hadiseden gelmektedir.
Şeytan, İbrahim Aleyhisselâmı ve onun ev halkını kandıramadığı için kızgın bir halde geri döndü. Hepsi de Allâh'ın buyruğunu dinlemek ve ona boyun eğmekte birleşmişlerdi.
İbrahim Aleyhisselâm, Sebîr vadisinde oğlu ile baş başa kalınca İsmail Aleyhisselâm:
- Babacığım! Sana emrolunanı yap! İnşâallâh, beni sabredenlerden bulacaksın! Allah'ın emrine boyun eğ! Her iyilik, Rabb'inin emrine boyun eğmektedir! dedikten sonra,
- Sen, bunu anneme bildirdin mi? diye sordu.
İbrahim Aleyhisselâm:
- Hayır! Bildirmedim!
İsmail Aleyhisselam:
- Bildirmediğine, iyi ettin, dedi. Sonra da:
- Babacığım! boğazlamak istediğin zaman, beni iple sıkıca bağla ki benden sana karşı bir şey isabet edip de ecrim eksilmesin! Çünkü, ölüm çok çetin ve zordur. Bıçağın tenime dokunduğunu hissedince çırpınmayacağımdan emin değilim! Beni boğazlamak için yatıracağın zaman yüzü koyun yatır, alnımı yere getir. Yanımın üzerine yatırma. Çünkü, yüzüme bakınca rikkate gelip de benim hakkımda Allah'ın sana emrettiği şeyi yerine getiremeyeceğinden korkarım!
Eğer, gömleğimi anneme götürüp vermeyi uygun görürsen öyle yap! Belki, bu onun için bir teselli olur, gönlünü onunla eğler! dedi.
İbrahim Aleyhisselâm:
- Oğulcağızım! Sen, bana Allah'ın emrettiği şey hakkında ne güzel yardımda bulundun! dedi ve onu istediği gibi sımsıkı bağladı. Bıçağı iyice biledi. Sonra onu yüzü koyun yatırdı! Yüzüne bakmaktan sakındı.
İbrahim Aleyhisselâm, bıçağı İsmail Aleyhisselâmın boğazına bastırınca, sanki, bıçak bakır bir levha ile karşılaştı! Büyük bıçağın ağzı İsmail Aleyhisselamın boğazını kesmedi! İbrahim Aleyhisselâm, bıçağı iki veya üç kerre biledi. Fakat, her defasında bıçak kesmedi.
- Her halde, bu iş Allâh'tandır! dedi.
İbrahim Aleyhisselâmın elindeki bıçağın ağzı tersine dönmüştü. O sırada, Yüce Allah tarafından:
- Ey İbrahim! Rü'yana sadâkat gösterdin! İşte, sana oğlunun yerine boğazlayacağın kurbanlık! Boğazla onu! buyruldu. İbrahim Aleyhisselâm, doğrulup bakınca Cebrail Aleyhisselâmın yanında iri boynuzlu bir koçun dikilip durduğunu gördü.
- Kalk yavrucuğum! Sana, bir fidye indi! dedi.
O koçu orada, Mina'da kurban etti. (Hâkim-Müstedrek c.2,s.555; Taberî-Tarih C.1.S.141)
Yüce Allah, bu kıssayı Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle anlatır:
"…Bu, gerçekten pek büyük bir imtihandı. Oğluna bedel ona büyük bir kurbanlık verdik. Sonraki nesiller içinde ona da iyi bir nam bıraktık ki o da bütün milletler tarafından şöyle denilmesidir: ‘Selam olsun İbrâhim’e!’ Biz iyileri işte böyle ödüllendiririz! Gerçekten o Bizim tam inanmış has kullarımızdandı. Biz de ona, salih kişilerden, üstelik peygamber olacak bir evladı, İshak’ı müjdeledik.” (Sâffât Sûresi, 37/106-112)
Hz. İshak (as)
Hz. İshak (as), Allah ü Teâlâ’nın Lut Kavmini azgınlıkları sebebiyle helâk ettiği yıl doğdu. Hz. Sâre, bu müjdeye sevindiği için oğluna İshak ismi verildi. İshak, İbrânice “güler” manasına gelmektedir.
" Bir zaman da elçilerimiz İbrâhim'e varıp onu müjdelemek üzere "Selâm sana!" dediler. O da: Size de Selâm!" deyip çok kalmadan, elinde nefis, güzelce kızartılmış körpe bir dana getirip ikram etti. Ama misafirlerinin ellerini yemeğe uzatmadıklarını görünce, onların bu hali hoşuna gitmedi ve onlardan kuşkulandı, kalbine bir korku girdi. "Korkma!" dediler. "Çünkü biz aslında Lût kavmini imha etmek için gönderildik."
Bu sırada hanımı da hizmet için ayakta durmuş, onları dinliyordu. Bunu işitince gülümsedi. Biz de onu İshak'ın, onun peşinden de Yâkub'un doğumu ile müjdeledik.
İbrâhim'in hanımı: "Ay! dedi, ben bir ihtiyar, kocam da bir yaşlı biri iken ben mi doğuracağım! Doğrusu bu çok şaşılacak bir şey!"
Elçi melekler: ‘Sen, dediler, Allah'ın emrine mi şaşırıyorsun? Ey ehl-i beyt! Allah'ın rahmeti ve bereketi sizin üzerinize olsun. O gerçekten her türlü hamde lâyıktır, hayır ve ihsanı boldur.’ " (Hûd, 11/69-73)
Kutsal Belde Mekke’nin Yaşam Yeri Haline Gelmesi
Hayat kaynağı olan su ile birlikte çok geçmeden Mekke’ye Cürhümlüler geldi. Yaşam emaresi gördükleri bu yerde, Hz. Hacer’in de iznini alarak, konaklayıp Mekke şehrini meydana getirmeye başladılar. Böylece, Fârân dağlarının arasında Zemzem’in hayat verdiği çöl, artık verimli bir belde haline geldi ve Hz. Muhammed’i (sallallahu aleyhi ve sellem) netice verecek bir süreç başladı.
Bu arada Hz. İsmail de büyümüştü ve artık delikanlılık dönemini yaşıyordu. Nihayet Hz. İsmail, Cürhümlülerden bir kızla evlenmiş ve Zemzem’le başlayan bu birliktelik, akrabalık bağlarının kurulmasıyla güçlenerek geleceğe yönelik sağlam bir zemin oluşturmuştu.
Geçen süre içinde Hz. İbrahim, zaman zaman Hacer ve İsmail’i ziyarete geliyor, bir müddet kaldıktan sonra tekrar onları kendi hallerinde bırakıp geri dönüyordu.
Kâbe`nin İnşası
Aradan bir süre daha geçmişti. Bu sefer, Hz. İbrahim, hemen geri dönmek için değil, uzun bir müddet orada kalıp Kâbe’yi yeniden inşa etmek için geliyordu. Murad-ı ilahî bu istikametteydi ve o da bu isteği yerine getirebilmek için yola koyulmuş, Mekke’ye geliyordu. Çok geçmeden de oğlu Hz. İsmail’le birlikte Kâbe’yi inşa etmeye başladılar.
Hz. İbrahim ve Hz. İsmail Aleyhisselam, bir taraftan inşa işlemine devam ederken diğer yandan da ellerini açıp, bu en kutsal mekanda dua dua Rablerine şöyle yalvarıyorlardı:
- Ey Rabbimiz! Bizden kabul buyur. Hiç şüphesiz işiten Sen’sin, bilen de Sen!.. Ey Rabbimiz! Hem İsmail ve beni, yalnız Senin için boyun eğen Müslümanlardan kıl, hem de soyumuzdan yalnız Senin için boyun eğen Müslüman bir ümmet meydana getir ve bize ibadetimizin yollarını göster. Tevbemize rahmetle icabette bulun. Hiç şüphesiz Tevvâb Sensin, Rahîm de Sen!..
"Ey bizim Hakîm Rabbimiz! Bir de onların içinden öyle bir Resul gönder ki; o Resûl, onlara Senin âyetlerini okusun, onlara kitabı ve hikmeti öğretsin, içlerini ve dışlarını tertemiz yapıp onları pâk eylesin.. Hiç şüphesiz ki Aziz Sen’sin, hikmet sahibi de Sen!” (Bakara, 2/129)
Bu duasında Hz. İbrahim (aleyhisselâm)’ın, gelmesini istediği hikmet sahibi peygamber, hiç kuşkusuz her peygamberin geleceğini müjde verdiği Son Nebi Hz. Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem)’di. Zira, Hz. İsmail zürriyeti içinde Hz. Muhammed’den başka bir peygamber yoktu ve olmayacaktı da.
Bu samimi duanın, Hakk katındaki değeri de oldukça büyüktü. Nitekim, yüzyıllar sonra bir gün Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) minnet sadedinde şunları söyleyecekti:
“Ben, atam İbrahim’in duası, kardeşim İsa’nın müjdesi ve annemin de rüyasıyım.” (İbn Hibbân, Sahîh, 14/313; Hâkim, Müstedrek, 2/453 (3566)
Hz. İbrahim (aleyhisselâm)’ın, çağlar öncesinden dualarına alarak gelmesini istediği Hz. Muhammed’in ümmeti de bir şükran ifadesi olarak dualarına O’nu alacak, ‘Allahümme Salli’ ve ‘Bârik’lerinde Hakk’a şöyle niyaz edeceklerdi:
Allâhumme salli alâ Muhammedin ve alâ âli Muhammed. Kemâ salleyte alâ İbrahime ve alâ âli İbrahim. İnneke hamidun mecîd.
Ey Allah'ım! İbrâhîm'e "Aleyhisselâm" ve âline (ailesine) rahmet ettiğin gibi, (Efendimiz) Muhammed'e "aleyhisselâm" ve âline de rahmet eyle. Muhakkak Sen hamîd (övülen) ve mecîdsin (şanı büyüksün)
Allâhümme bârik alâ Muhammedin ve alâ âli Muhammed. Kemâ bârekte alâ İbrahime ve alâ âli İbrahim. İnneke hamidün mecîd.
Ey Allah'ım! İbrâhîm'e Aleyhisselâm ve âline bereketler ihsan ettiğin gibi, (Efendimiz) Muhammed'e (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) ve âline de bereketler ihsan eyle. Muhakkak Sen hamîd (övülen) ve mecîd'sin (şanı büyüksün).
Tavâfa başlama yerinin işâreti olmak üzere, Hz. İbrâhim, "Hacer-i Esved" denilen siyah taşı Ebu Kubeys dağından getirerek Kâbe'nin şu anki bulunduğu köşesine koydu. İnşaatın tamamlanmasından sonra Hz. İbrâhim ilk tavâfı oğlu Hz. İsmâil'le birlikte yaptı.
“Biz vaktiyle İbrâhim'e Beytullahın yerini belirlediğimiz zaman: "Sakın Bana hiç bir şeyi ortak koşma ve Ben'im Mâbedimi tavaf ederken, kıyamda, rükûda veya secdede olarak ibadet edenler için tertemiz tut!" Hem bütün insanları hacca dâvet et ki gerek yaya, gerek uzak yollardan gelen yorgun argın develer üzerinde sana gelsinler. Gelsinler de bunun kendilerine sağlayacağı çeşitli faydaları görsünler ve Allah'ın kendilerine rızk olarak verdiği kurbanlık hayvanları, belirli günlerde Allah'ın adını anarak kurban etsinler. Siz de onların etinden hem kendiniz yiyin, hem de yoksula ve fakire yedirin. Bundan sonra saçlarını, tırnaklarını kesip üstlerindeki başlarındaki kirleri gidersinler ve diğer hac görevlerini yerine getirsinler, dünyanın bu en kıdemli mâbedini bir kere daha tavaf etsinler.” (Hacc Sûresi, 26-29)
Bu emre itaat eden Hz. İbrahim, Ebu Kubeys dağına çıkıp dört bir yana:
"Ey insanlar! Bu kadim beyti (Kâbe'yi) hac ve ziyaret size farz kılındı" diye seslendi. Bu sesi yerle gök arasında, ruh âleminde bulunan insanlar işiterek "Lebbeyk" diye cevap verdiler. Bu davet vaktinden kıyamet kopuncaya kadar Kâbe'yi hac ve ziyaret edenler, Hz. İbrahim'in bu davetine "Lebbeyk, Allahümme lebbeyk..." diye cevap verenlerdir.
Hac ibadeti, Müslümanlar arasında yapılan yıllık bir kongre ve bir kurultay niteliğini taşır. Bu kongrede, eda edilmesi gerekli ibadetlerin yanında, gözetilmesi gerekli olan meseleler gözetilemediğinden, yeryüzünde tam bir İslâmî heyetin oluştuğu söylenemez. Bugün bunu çok açık olarak görmekteyiz. Hac farîzası için dünyanın değişik yerlerinden gelen insanlar, Arafat'ta, Müzdelife'de, Mina'da bir araya gelip vazifelerini yaptıkları gibi, âlem-i İslâm'ın kaderini düşünerek evrensel bir kongre akdediyor şuurunda bulunsalar bu kıyamın çok önemli esaslarından birini daha yerine getirmiş olacaklar.
Yoksa Üstad Bediüzzaman’ın ifadesiyle, ‘Haccın ve ondaki hikmetin ihmali, musibeti değil, gazap ve kahrı celbetti. Cezası da keffâretü’z-zünûb (günahları temizleme) değil, günahları arttırma oldu.
İşte Hint, düşman zannederek, hâlbuki pederini öldürmüş, başında oturmuş bağırıyor.
İşte Tatar, Kafkas, öldürülmesine yardım ettiği şahıs, bîçâre valideleri olduğunu, “ba’de harabi’l-Basra” (iş işten geçtikten sonra) anlıyor. Ayak ucunda ağlıyorlar.
İşte Arap, yanlışlıkla kahraman kardeşini öldürüp hayretinden ağlamayı da bilmiyor.
İşte Afrika, biraderini tanımayarak öldürdü, şimdi vâveyla ediyor.
İşte âlem-i İslâm, bayraktar oğlunu gafletle bilmeyerek öldürmesine yardım etti, valide gibi saçlarını çekip âh ü figan ediyor.’ (Sünuhat, Rüyada bir hitabe)
İşte, altı asır İslam’a Hizmet eden Anadolu’nun kendi masum evlatlarına yaptıkları, analar ağlayıp dövünüyor, çoluk çocuk, bebek, kadın, hasta, yaşlı... zindanlarda yokluğa mahkum ediliyor. Babaların bağırları yanıyor. Ama bütün bunlar merhamet hislerini harekete geçirmiyor, kimseyi insafa sevk etmiyor.
‘Bugün Müslümanların içine düştüğü dağınıklıkla ilgili İmam Rabbânî'ye mensup önemli bir kutbun da tespiti vardır. O zat, Kâbe'yi tavaf ederken, dünyada olan zulümlerden ötürü Kâbe'nin insanların arasından ayrılıp yükseldiğini görür. O, kendi kendine: 'Bu insanlar artık Allah'a lâyıkı ile kulluk yapmıyorlar; bu yüzden ben de mebdeime yükseliyorum.' der ve yükselmeye durur. Bu büyük zat, Kâbe'nin eteklerine yapışır ve etme eyleme diye ağlamaya başlar.. derken ilâhî atâ, kazâ'nın önüne geçer ve her şey olduğu gibi kalır.
Evet, Kâbe kendi hilkati ile alâkalı mânâyı bulamayınca, 'Her şey aslına döner' fehvâsınca, kendi aslına avdet edecektir. Bu yüzden de eğer âlem-i İslâm için bir kıyam söz konusu ise, evvela Kâbe'nin kendi değer ve kendi kriterleri ile yeniden duyulmasına, hissedilmesine ve değerlendirilmesine ihtiyaç vardır.’***
Kâbe'nin Tavaf Ettiği İnsanlar
‘İnsanlar Kâbe'yi tavaf ettikleri gibi Kâbe'nin tavaf ettiği insanlar da vardır. Ben ilk defa fıkıh hocamızdan dinlemiştim. Hoca, bir ders esnasında şöyle demişti: Kâbe'ye teveccühe niyet ederken zâtına niyet etmeyiniz çünkü bazen hakikat-ı Kâbe, yeryüzünde Allah'ın (c.c) matmah-ı nazarı müstesna kimseleri tavaf etmek için orada olmayabilir.’***
Devam edecek…