''Artık o da, sayıları zaman zaman 200’e yaklaşan hapisteki tutsak gazetecilerden biri. Haberi aldığımdan beri zihnim sürekli Zafer’le ilgili hatıralar geçidi sunuyor bana. ''
Zafer de alınmış, duydun mu?
İktidara biat etmeyen gazetecilerin baskı altında tutulduğu, sırf görevlerini yaptıkları için tutuklanmalarının rutinleştiği bugünkü vasatta bile aldığım son haber beni hayli sarstı.
Telefondaki dost, “Zafer alınmış, duydun mu?” dediğinde bir an bunun şaka olmasını diledim. Sonra inanmak istemedim. Ama gerçekti ve şakası yapılacak bir mevzu değildi.
Evet, Zaman gazetesindeki haberlerinden, Aksiyon dergisindeki dosyalarından ve Bugün gazetesindeki yazılarından tanıdığımız gazeteci Zafer Özcan tutuklanmıştı.
Artık o da, sayıları zaman zaman 200’e yaklaşan hapisteki tutsak gazetecilerden biri. Haberi aldığımdan beri zihnim sürekli Zafer’le ilgili hatıralar geçidi sunuyor bana. Acı-tatlı sahneler birbirini kovalıyor. Kâh heyecanlı, kâh sorgulayan portreler gösteriyor. Ama hepsi de hüzün üflüyor ruhuma.
Zira Zafer benim için sadece bir meslektaş değil; hemşehrim, arkadaşım, aile dostum, dahası kader ortağım. Haliyle özgürlüğünü kaybetmesi, çok sevdiği çocuklarının babasız kalması benim için daha derin anlamlar taşıyor.
ÇOCUKLARINI OKULA BIRAKIRKEN…
Her baba çocuğunu çok sever ama Zafer gibi babasız büyüyen birinin çocuk sevgisini ne ben tarif edebilirim ne de başkası anlayabilir. Elbette dedesi ona babasızlığı hissettirmemek için elinden geleni yapmış ama babanın yerini de hiçbir şey tutmuyor.
Belki tam da bu sebeple ‘araması’ olduğunu bile bile 7 Mart sabahı ikiz çocuklarını okula kendisi bırakmış. (Öğrendiğim kadarıyla polisler okulun önünde bekleyerek Zafer’in izine ulaşabiliyor.) Kendisi söylemedi ama tahminime göre 2 yıldır arandığı halde teslim olmamasının en önemli sebebi çocuklarını babasız bırakmamaktı.
Zaferle tanışıklığımız lise yıllarına dayanıyor. Manisa Lisesi’nde şube ve bölümlerimiz farklı olsa da, ortak arkadaşlarımız sayesinde bir araya gelirdik. O zamanlar, bizim Ege’nin tabiriyle ‘çelimsiz’ bir yapısı vardı. Fiziken zayıf görüntüsü, heyecanlı, yerinde duramayan, atik yapısıyla daha bir dikkat çekerdi.
Zafer demek, biraz da ‘basketbol ve Fenerbahçe’ demekti. Dönemin modası Adidas’ın ‘Torsion’ modeli ayakkabıları zaten spora ilgisini ele veriyordu. Yeri gelmişken hatırlatayım, sıradan bir Fenerbahçeli ve basketsever değildir o. Daha o zamandan kulübün mali yapısını, transfer politikalarını yakından takip ederdi. Değme yorumculara basketbol öğretecek kadar da bilgi sahibidir.
LİSE YILLARINDAN BERİ BAŞARILIYDI
‘İsmiyle müsemma’ denir ya, Zafer, tam da o cinslerden biridir. Göbek adı var mı, sormak hiç aklıma gelmedi ama olsa muhtemelen ‘Başarı’ olurdu. Şimdi geriye doğru bakınca bunu daha iyi anlıyorum. Çünkü lise yıllarından itibaren hep başarılıdır. Aslında ‘başarı’ peşinden koşan, hırs yapan biri olmadı hiç. Daha ziyade tersi olur; sanki başarı onun yanında kendisini daha rahat hissedermiş de sürekli çevresinde dolanırmış gibi bir durum vardır.
Hadi burada itiraf edeyim, o zamanki başarısını bazı arkadaşlarla okul idarecilerine yakın olmasına bağlardık. Evet, Zafer lise pansiyonunda kalırdı ve hem pansiyon hem de okul yöneticileri ile arası gayet iyiydi. Bazı sıkıntılı durumlarda idarecilerle konuşmak için ‘elçi’ olarak seçilen kişi o olurdu. Çünkü Zafer konuşmaktan, sormaktan, sorgulamaktan çekinmez, hakkını aramaktan kaçınmazdı. ‘Diyalog kurmak’ onda fıtri bir eylemdi.
Bu kabiliyetini arkadaşları lehine kullandığına da çok kez şahit olurduk. Sonradan anlaşıldı ki, hakikat, bazılarımızın zannettiği gibi değilmiş; Zafer, başarılı ve korkusuz olduğu için idare ile yakın gibi görünürmüş.
Bu denli dışa dönük, diyaloğa açık biri için yükseköğretimde yapılacak tek tercihin ‘iletişim’ alanında olması doğaldı. Ama o günlerde çevremizde pek gündemde olan bir alan değildi gazetecilik. Kendini keşfetmesi sonucu iradî bir tercihi miydi, yoksa ondaki ‘cevher’i gören idarecilerin, öğretmenlerin yönlendirmesi miydi, bilmiyorum ama Zafer, Ege Üniversitesi İletişim Fakültesi’ne girdi.
HEM ALAYLI HEM MEKTEPLİ
Birinci sınıftan itibaren de fiilen gazeteciliğe başladı. Radyo Televizyon bölümünde okuyordu ama belki de o günün şartları gereği yazılı basında, Zaman gazetesinde muhabirliğe başladı. Okul hayatı boyunca da çalışmaya devam edecekti. ‘Hem alaylı, hem mektepli’dir yani. Mesleğe stajiyerlikle başlayan birçok iletişim mezununun aksine Zafer, okul bittiğinde ‘acar bir muhabir’, dört yıllık tecrübe sahibi bir gazeteciydi.
Hatırladığım kadarıyla Zaman yönetimi de bu durumu değerlendirerek okul biter bitmez onu İstanbul’a, gazete mutfağına aldı. Fakat o dört duvar arasına sıkışacak, oturduğu yerden gazetecilik yapacak biri değildi. Çok çabuk sıkıldı. Galiba yazı işlerinden sıyrılmanın bir formülü olarak askerliği düşündü.
Benim için kaderin hoş bir cilvesidir ki, üniversite hayatı sebebiyle biraz uzak kalan arkadaşlığımız Zafer’in askerliği sayesinde yeniden bir pekişecekti. Çünkü tam da, farklı bir bölüm okumama rağmen bambaşka sebeplerle benim de gazeteciliğe başladığım yıllarda, bulunduğum şehre gelmişti. 8 aylık askerlik dönemi boyunca imkân buldukça ziyaretleştik, görüştük. Elbette sohbetlerin ana konusu meslekti, gazetecilikti. ‘Muhabirliğin tadına varılacak dönemde’ yazı işlerinde devam etmek istemediğini o sohbetlerde söylüyordu.
Nitekim dediği gibi yaptı ve İstanbul’a döndüğünde tekrar sahaya çıktı. Zafer yıllar içinde ekonomi alanında uzmanlaşmış olsa da ilgi alanı hayli geniştir. Mesela ilk odaklandığı alanlardan biri medya idi. Özel haber kanallarının da açılmaya başladığı dönemde ‘anchorman-lik’ kavramını merkeze alan yazı dizisi epey ses getirmişti.
O yıllarda Datça’da bir gazeteci ile kaymakamın kavgası gündem olmuştu örneğin. Dönemin ‘kartel medyası’ topyekun kaymakamı hedef alırken, Zafer olay yerine gidip tarafsız bir gözle olayı araştırmış ve konunun söylendiği gibi olmadığını ortaya koymuştu. ‘Kartel’in sesini kısmasına yol açan bir etki oluşturmuştu haber. İlerleyen yıllarda, medya-siyaset-iktidar ilişkisini mercek altında tuttu hep; birçok haber, dosya hazırladı.
Sadece medya değil, toplumda öne çıkan veya gizli kalan, daha doğrusu haber değeri taşıyan ne varsa Zafer’in ilgi alanındadır. Başarıyı yanında gezdiren biri olarak, ‘başarılı insanlar’ çekim alanına girmiştir. Aksiyon dergisinde bu konuda birçok dosya çıkarmıştır. “Anadolu'nun duayen sanayicileri, şirket veya holding yöneticisi kadınlar, sıradışı valiler…” gibi başarısıyla öne çıkmış kim varsa onları bulup kamuoyuna mal etmiştir.
HABER NEREDEYSE, ZAFER ORADA…
Mesafe ve zaman kısadır Zafer için. Haber neredeyse, o oradadır. Amerika’nın Teksas eyaletinde yapılan çiftçilik, Hollanda’daki tarım kooperatif sistemi veya Güney Kore’nin teknolojik atılımı yerinde incelenip insanlığa, ülkeye örnek gösterilecekse o yapılır, yapmıştır.
“Üşenme-erteleme-vazgeçme” sloganının vücut bulmuş halidir adeta. Dolayısıyla olayı zamanında takip eder, haberi erken ve eksiksiz verir. Bu yönüyle yazı işlerinin, editör takımının arayıp da bulamadığı gazetecilerdendir.
Avrupa ve oradaki Türkler üzerine çalışan nadir isimlerden biridir mesela. Birinci nesil ‘Almancılar’ın çocukları, torunları ne yapıyor diye merak etmiş defalarca Avrupa’ya gidip gelmiştir. ‘Entegrasyon’ veya ‘uyum’ -adına ne derseniz deyin- ‘gurbet ellerde’ yaşayan Türklerin bir şekilde başarılı olmalarını, babaları-dedeleri gibi ezilmemelerini istemiştir. Hazırladığı dosyaları ‘Eurotürker’, ‘Göçtürkler’ gibi etkili kavramlarla güçlendirmiş ve basın tarihine emanet etmiştir.
Bunca işin arasına radyo programı da sığdırmıştır Zafer Özcan. Samanyolu Haber Radyo’da gazeteci Turhan Bozkurt’la yaptığı haftalık ekonomi programı dinlemeye değerdi. Teknik tabirlere ve rakamlara boğulan benzerlerinin aksine ortalama vatandaşın anlayabileceği açıklıkta sunulan bilgiler keyif veriyordu açıkçası. Sonradan bu tecrübeye Zafer’in Bugün TV’de yapacağı ekonomi içerikli program da eklenecekti. Neticede mektepten radyo ve televizyoncuydu.
Bu kadar tecrübeden, birikimden sonra kurum tarafından Ankara’ya tayin edildiğinde ‘kurulu düzenini bozmak istemeyen’ bazı gazetecilerin aksine Zafer bir an tereddüt etmemiştir. “Yere göğe sığdırılamayan ‘Ankara gazeteciliği’ neymiş bir de biz görelim” diyerek gitmiş ve adını önemsemeden tam manasıyla bir gazetecilik yapmıştır.
ANKARA’DA, SAHADAYDI
Diyalog ve iletişim kabiliyetini Ankara’da da sahaya yansıtmıştır. İstanbul’da olduğu dönemde uzaktan gözlemlediği siyasi aktörleri yakın markaja almış ve kısa sürede kulis koparacak noktaya taşımıştır. Birlikte yaptığımız TBMM ziyaretinde hem AKP’den hem CHP’den önemli isimlerle kurduğu seviyeli gazeteci-siyasetçi ilişkisinin bizzat şahidiyim.
Zafer, fıtratında taşıdığı hakkaniyet duygusunu, bütün ilişkilerinde ön planda tutmasını bilmiştir. Başta demiştim ‘sorgulayan bir yapısı vardır’ diye. Bu ‘maskesini’ hiç çıkarmamıştır. Gerek şahsi ilişkilerinde, gerek mesleğinde gerekse de çalıştığı kurumla ilgili meselelerde muhatabın makam ve kimliğine takılmaksızın hakkaniyeti sorgulamıştır. Bazen yalnız kalma ve eleştirilme uğruna da olsa bundan geri durmadığının yine şahidiyim.
Zafer Özcan, ülkede ‘özgür medya’ olduğu dönemde son iki yılını İpek Medya Grubu’nda geçirdi. Orada gazeteciliğin yanında yöneticilik görevini de istemeyerek kabul etmişti. Bugün gazetesinin haber müdürü olmuştu. Bütün tecrübesini ve yeteneğini yöneticilikte kullanmış olabileceğini ancak tahmin edebilirim. Ama gazeteciliği orada da en iyi şekilde yaptığı her gün çıkan sayfalardan belli oluyordu.
15 TEMMUZ’DAN SONRA…
Yazacak çok şey var Zafer’le ilgili ama yer ve zaman kısıtlı. Hayatının son iki senesinden bahsetmezsem de bu kadar sözün anlamı kalmaz. 15 Temmuz 2016’daki darbe girişiminden sonra onun hakkında da gözaltı kararı çıkmıştı. Sebep belli, gazetecilik yapmak, sormak, sorgulamak, Zaman’da ve Bugün’de çalışmak.
Gözaltı kararı çıktığında polis İstanbul’daki adresine gitmişti ama o evde değildi. Hayatının en sıkıntılı, zor ve belirsiz süreci çoktan başlamıştı. Mecburen hayatını çocuklarının yakınında, baba ocağında, yani köyünde devam ettirecekti. Lakin dert bir değildi, bu sürecin bir başka talihsizliği de birçoklarının yaşadığı gibi en yakın aile çevresinden gelecek darbelere maruz kalmaktı.
Dedesinden, merhum babasına düşen zeytinliklere bakacak, ailesinin geçimini sağlayacaktı. Nitekim yaz boyu baktı zeytinlere. 25 yıldır haberle, kitapla yoğrulan eller şimdi toprakla meşguldü. Dedesinin yıllar önce topraktan kurtarmak için yatılı okullara gönderdiği torunu şimdi o toprağa geri dönmüştü. Zafer, “Kaderde varsa keder olmaz” diyenlerdendi. Yüksünmeden, yadırgamadan zeytinlere baktı, tımarını yaptı. İş hasadını toplamaya geldiğinde ise hiç beklemediği bir akrabasından hiç beklemediği bir muamele gördü. Toprağı, zeytinleri, hasadı, yani anasının ak sütü gibi helal olan hakkını Zafer’e yar etmeyeceklerdi. Neticede köyde kalma imkânı kalmamıştı.
Ertesi yıldan itibaren mecburen ilçede devam etti hayatına. Evi geçindirme, aileye bakma yükü de bütünüyle eşinin üstüne kalacaktı. Tedirgin, yalnız, hüzünlü ve bir o kadar stresli sürecin tek tesellisi istediği zaman çocuklarına ulaşabiliyor olmasıydı. Bu kurşun misali ağır günlerde kitapla ferahladığını söylemişti bir görüşmemizde. Ayrı bir parantez açmaya ihtiyaç bile duymadım; lise yıllarından beri okuyan biridir Zafer. Tarih ve psikolojiye ayrı bir ilgisi vardır. Ama meslek hayatının önemi bir bölümü ekonomi merkezli geçtiği için eskisi kadar yoğun okuyamamıştı. İşte bu iki yıllık süreçte bu ‘açığı’ telafi etmişti.
Onca sıkıntının arasında dertlendiği şey yine bir gazeteci gündeme dair haberler üretemiyor olmaktı. Tam da onun gibi gazetecilerin dönemiydi aslında. Ekonomiden spora, toplumsal olaylardan medyaya her şey analiz edilip yorumlanmaya muhtaçtı. Ama gel gör ki eller kelepçeli kalemler tutsaktı.
Eminim Zafer içeride de bunları dert etmeye devam edecek. Sormayı, sorgulamayı sürdürecek. Daha çok okuyacak, daha çok yazacak. Dilerim fazla sürmez bu hukuksuzluk, bu zulüm ama sürdükçe kazanan Zafer olacak. Ailesine ve tüm meslektaşlarına sabır diliyorum.