Zarrab davasından ortaya neler çıktı?

‘Zarrab Davası’ olarak bilinen ve İran’a yönelik ambargonun delinmesi ekseninde yürüyen ama resmi adıyla “ABD, Hakan Atilla’ya karşı” davasında gözler jürinin kararında.
Newyork'ta devam eden davayı başından beri takip eden Gazeteci Adem Yavuz Arslan TR724.com 'da davanın geleceğini değerlendirdi.. 

İşte Arslan'ın yazısı 

12 kişilik jüri heyetinin 20 Aralık’ta başlayan karar toplantısından bir sonuç çıkmadı ve oturumlar yeni yıla sarktı. 3 Ocak 2018’de tekrar toplanacak olan jürinin ne zaman ve ne yönde karar alacağını kestirmek mümkün değil.

Jürinin taleplerine bakarak ‘işlerini ciddiye aldıklarını’ söylemek mümkün. Fakat bunun Hakan Atilla’nın lehine mi aleyhine mi olduğunu anlamak zor.

Bu aşamada ‘sonuç’ üzerine odaklanmaktan ziyade ‘şu ana kadar çıkanlara’ bakmakta fayda var. Çünkü dört hafta ve onlarca saat süren oturumlarda, her biri ‘dokuz sütuna manşet’ olacak onlarca flaş bilgi, belge ve ifade gördük.

Biraz uzun bir özet olacak ama öne çıkan başlıkları hatırlatmakta fayda görüyorum.

1- ERDOĞAN’IN ‘EFSANESİ’ Nİ ‘TÜRKİYE’NİN AVUKATLARI’ YIKTI

Bu davanın ‘en önemli sonucu’ aslında daha ilk gün ortaya çıktı.

27 Kasım Pazartesi gün jüri seçimi yapıldı ve 28 Kasım sabahı duruşmalar başladı. Duruşma salonunda yerimizi aldığımızda önce savcıların davaya dair sunumunu dinledik. Savcı David Denton davanın içeriğine dair açıklamalarda bulundu.



Asıl ‘bomba haber’ ise Hakan Atilla’nın avukatları kürsüye çıkınca geldi. ABD’nin en tecrübeli avukatlarından sayılan -eski savcı- Victor Rocco, Hakan Atilla’nın mağdur olduğunu, asıl suçluların Süleyman Aslan ve dönemin siyasileri olduğunu anlattı. Rocco’nun ‘ayakkabı kutularında, çantalarda utanmazca rüşvet aldılar’ sözü salonda bir şok etkisi yaptı. Çünkü daha davanın ilk gününde, parası Türkiye Hükümeti tarafından ödenen avukatlar 17 Aralık operasyonunu teyit etmişti.

Yani ayakkabı kutularındaki milyonlarca dolar ‘İmam Hatip parası’ değil, rüşvetmiş. Erdoğan’ın tabiriyle Süleyman Aslan ‘saf bir bürokrat’ Reza Zarrab da ‘hayırsever işadamı’ değilmiş. En önemlisi Erdoğan’ın ‘Cemaat terör örgütü ve 17 Aralık operasyonu bir darbe girişimiydi’ tezi, bizzat Erdoğan’ın tuttuğu avukatlarca yerle bir edildi. Davanın ilk ve en önemli sonucu buydu.

2- REZA ‘HAYIRSEVER’, SÜLEYMAN ASLAN’DA ‘SAF BÜROKRAT’ DEĞİLMİŞ

Reza Zarrab’ın ‘tanık’ olması davanın kırılma anlarından birisiydi. 22 Mart 2016’da Miami’de tutuklandıktan sonra New York’a getirilen Reza Zarrab davanın ‘yıldız tanığı’ oldu. Tam 7 gün boyunca kürsüde kalıp İran ambargosunu delmek için kurdukları çarkı anlattı. Kime nasıl rüşvetler verdiğini, kimi nasıl satın aldığını, hangi siyasi ile neler yaptığını tek tek açıkladı.



Zarrab ‘tam işbirliği’ içinde olduğu için muhtemelen anlatacağı başka şeyler de vardı fakat savcılar sorularını Halkbank ve İran Ambargosu ile sınırlı tuttular. Ancak biz önümüzdeki dönemde Zarrab’ın içinde olduğu başka iddianameler, davalar görürsek şaşırmayalım. Çünkü Zarrab’ın 26 Ekim 2017’de savcılıkla yaptığı anlaşmaya göre ‘savcılarla bilgi – belge paylamak’ zorunda.

Nitekim duruşma salonunda savcının ‘Hakan Atilla, hakkında bilgi, belge paylaştığınız tek kişi mi’ sorusuna Zarrab ‘Hayır’ cevabını vermişti.

Davanın en ilginç sonuçlarından birisi Erdoğan’ın ‘hayırsever işadamı’ olarak tanımlayıp uğruna Türkiye’yi yakıp yıktığı Zarrab’ın ‘gerçek kimliği’nin herkesçe görülmesi oldu. Türk bayrağı önünde televizyon röportajları ile parlatılan, plaket vermek için AKP’li bakanların birbirini ezdiği Zarrab, nefes alır gibi yalan söyleyen, selam verdiğine rüşvet dağıtan, her türlü sahte evrak ile Türk bankalarını ve devlet kurumlarını dolandıran, uyuşturucu ve alkol için ABD’de kaldığı cezaevinde gardiyana rüşvet veren, koğuş arkadaşına cinsel saldırıda bulunduğu iddia edilen, kara para aklamak için uluslararası bir şebeke kuran birisiymiş.

Gerçi bilenler Zarrab’ı zaten biliyordu fakat New York’taki mahkemede bütün bu detayları kendisinden dinlemek ilginç bir tecrübeydi.  

Zarrab gibi dönemin Halkbank Genel Müdürü Süleyman Aslan’ı da (kendisi yoktu ama) tapelerden, SMS ve WhatsApp yazışmalarından tanıma fırsatı bulduk. Erdoğan’ın ‘saf bürokrat’ olarak tanımladığı Aslan pek de saf değilmiş. Rüşvet çarkını kurarken ‘geleceğimi garanti altına almam lazım’ demiş, Zarrab’ın her talebini nakte çevirmiş, Zarrab’tan gelen her ‘misafir’ sonrası (rüşveti ‘misafir’ olarak kodlamışlardı) arayıp ‘sevgilerini’ iletmiş birisi. Zarrab’tan gelecek rüşvet için ilk bakışta bile sahteliği anlaşılabilecek evrakları kabul eden, Türkiye’nin en büyük kamu bankalarından birisi olan Halkbank’ı Zarrab’ın ‘önüne yatıran’ birisiymiş Aslan. Atilla’nın avukatının tarif ettiği gibi ‘utanmazca rüşvet alan’ bir isim.

Bir tapeden gördüğümüz kadarıyla da namaz arası Zarrab’ı arayıp kurdukları sahte ihracat sistemine dair ‘müjdeyi verecek’ kadar da ‘dini bütün’ biri. Bu arada onlarca tape yüzlerce yazışma gördük dinledik, Aslan’ın ‘büyük risk alıyorum, geleceğim tehlike altında’ diyerek istediği rüşvetlere dair her şeyi gördük fakat ‘imam hatip’ olayına dair hiçbir iz yoktu.

3- DEVLETİ ‘ZARRAB’IN ÖNÜNE YATIRMIŞLAR

Mahkeme sırasında dinlediğimiz ifadeler, tapeler, yazışmalar ve açıklamalardan gördük ki Erdoğan, Zarrab için ‘elinden geleni ardına koymamış’. Gerçi kamuoyu az çok biliyordu fakat bazı şeyleri Zarrab’ın ağzından dinlemek ilginç oldu. Şöyle ki: Zarrab, ‘savcılık ile neden anlaşmaya vardığına’ dair soruya cevap verirken sözü ‘mahkum takası ve politik çözüm beklentilerine’ getirdi.

Aslında 2016 yazında ‘anlaşma amaçlı’ olarak savcıyla irtibata geçmiş. Ardından uzun süre tekrar temas kurmamış savcılık ofisiyle. Savcılığa gönderdiği ‘sinyal’in aslında Ankara’ya olduğunu bilmek için uzman olmaya gerek yok. Zarrab’ın bu hamlesinden hemen sonra Erdoğan bizzat dönemin ABD Başkan Yardımcısı Joe Biden ile Zarrab’ı konuştu. Hatta Emine Erdoğan da Biden’in eşi Jill Biden’den ‘Zarrab’ı istemişti’.



Zarrab takip eden süreçte ‘Beyaz Saray’la ilişkileri güçlü’ avukatlar tuttuğunu, onların Türkiye’ye giderek bizzat Erdoğan ile konuştuklarını, politik çözüm bulmaya çabaladıklarını fakat başarılı olamadıklarını anlattı. Zarrab ‘son çare’ olarak ‘mahkum takası beklentim vardı, olmadı’ dedi. Yani Türkiye’de tutuklanan ABD vatandaşları ile takas edilmeyi bekleyen Zarrab burada da umduğunu bulamayınca savcıya ‘tamam anlaşalım’ mesajı yollamış.

Belki başka bir davanın konusu olacak ama Zarrab için Trump kabinesinin ulusal güvenlik danışmanı Michael Flynn ile pazarlıklar, mahkum takası teklifleri, güçlü avukatlar vs. düşünülürse Erdoğan’ın Zarrab’ı kurtarmak için tüm ülkeyi masaya sürdüğü daha iyi anlaşılıyor.

4- RÜŞVETE MEYİLLİ HERKESİN BİR FİYATI VARDIR

Duruşmalar boyunca Zarrab’ın siyasilerle kurduğu ilişkiler ve rüşvet çarkına dair çok çarpıcı detaylar gördük. Öncelikle Zarrab’ın sadece Türkiye’de değil başka ülkelerde de rüşvet çarkı kurduğunu bizzat kendisinden dinledik.

Atilla’nın avukatlarının sorusuna verdiği cevapta söylediği ‘Rüşvete meyilli herkesin bir fiyatı vardır’ sözü de zihinlere kazındı. “O kadar çok rüşvet verdim ki bazen kime ne verdiğimi karıştırıyordum” diyen Zarrab’ın dağıttığı milyon dolar rüşvetlerin tapelerini dinledik, teknik takip görüntülerini izledik.

Deliller arasında bulunan Excel dosyasında yer alan bilgilere göre Zarrab, dönemin ekonomi bakanı Zafer Çağlayan’a toplamda 50 milyon Euro rüşvet vermiş. Tabi pahalı saatler, piyanolar da var. Dönemin AB Bakanı Egemen Bağış ve dönemin İçişleri Bakanı Muammer Güler de rüşvet alan siyasiler listesinde.

Savcının ekrana getirdiği belgelerde rüşvet ilişkisine dair başka başlıklar da vardı ancak nedense savcı ‘cash to yukarı’ nedir gibi soruları sormadı. Sonuçta Halkbank yöneticilerinin, AKP kabinesinden bakanların Zarrab’ın önüne yattığı, milyonlarca dolar rüşvet aldıkları teyit edilmiş oldu.

5- ONAY VE TALİMAT ERDOĞAN’DAN

Davanın en çok dikkat çeken detaylarından birisi Zarrab’ın Ziraat ve Vakıfbank’a dair anlattıklarıydı. Savcılık bazı tapeleri ekrana getirip Zarrab’a diyalogların detaylarını sordu. Söz konusu tapelerde Erdoğan’ın adı geçiyordu. Zarrab tapelerle ilgili olarak ‘Vakıfbank ve Ziraat Bankası’nın da İran işiyle ilgilendiğini, Erdoğan’ın bu işlemler konusunda (altın ticareti) yardım edilmesi için Vakıfbank ve Ziraat Bankası’na şahsen talimat verdiğini, dönemin Hazineden Sorumlu Devlet Bakanı Ali Babacan’ın bilgisi olduğunu’ anlattı. Zarrab bu bilgileri Zafer Çağlayan’dan aldığını belirtti.

Savcılık o dönem başbakan ve hazineden sorumlu bakanın kim olduğunu sordu. Mahkeme başkanı Berman’ın ekrana tercüme edilmiş olarak aktarılan bu telefon tapelerinin ses kayıtlarının da dinlenilmesine karar vermesi üzerine bu kayıtlar sesli olarak da dinletildi.


Bir başka delilde ise ‘damat’ Berat Albayrak’ın ismi geçti. Zarrab, 17 Aralık operasyonu sonrası rüşvet vererek tahliye olduğunu anlattı. Bu esnada savcı ‘siyasi bağlantıları çok güçlü bir avukat ile Zarrab arasındaki yazışmalar’ diyerek bir dosyayı hakim Berman’a sundu. O dosyada yer alan yazışmalardan sadece bir kaçını görebildik. O yazışmalara göre Zarrab ile Halkbank üzerinden kurulan sistem ile ilgili olarak Berat Albayrak’ın bilgisi ve onayı vardı. Dönemin enerji Bakanı Taner Yıldız’ın da söz konusu trafiğe dahil olduğu yönünde ifadeleri içeren tapeler ekrana getirildi.

6- ZARRAB MİAMİ’DE TUTUKLANINCAYA KADAR PARA AKLAMAYI SÜRDÜRMÜŞ

17 Aralık operasyonu sonrası rüşvet vererek tahliye olan Zarrab, hiçbir şey olmamış gibi ‘eski işine’ geri dönmüş. Dönemin Halkbank genel müdürü Ali Fuat Taşkesenlioğlu ile buluştuğunu, İran parasını transfer etmek için gıda ve altın işine devam etmek istediğini anlatan Zarrab, toplamda 3 ya da 4 toplantı yaptıklarını, o toplantılara Hakan Atilla’nın da katıldığını, Halkbank yöneticilerinin “kendi adını kullanma, yeni tabela şirketleri kur, onlarla devam edelim” teklifinde bulunduğunu anlattı.

Bu toplantıda Zarrab’a Halkbank yöneticileri tarafından ‘muteber şirketler’in ismi de verilmiş. Zarrab, işlerini ‘daha yukarıdan’ halletmek için girişimlerde bulunmuş. Yazışmalara göre ‘yukarısı’ndan kasıt Berat Albayrak ve Erdoğan.

7- ‘ÇİKİNOVA’ VE ‘YAŞASIN FOTOŞOP’

New York’taki mahkeme Halkbank ve devletteki çürümeyi gözler önüne serdi. Az çok biliniyordu fakat gerek Zarrab’ın anlattıkları gerekse de savcının getirdiği deliller gösterdi ki Halkbank kevgire dönmüş.

Zarrab’ın şirketinde ‘sahte belge üretme merkezi’ ve ‘bu işten’ sorumlu personeli varmış. Hatta ‘sahte’ evraklar için ‘çikinova’ diye bir isim uydurduklarını da gördük. Sahteciliği o kadar abartmışlar ki, bazı resmi evrakları fotoşopta yapıp vermişler.

Üstelik, Zarrab’ın sahteciliğinden Halkbank yöneticileri de haberdarmış. Mesela Zarrab ile Süleyman Aslan arasındaki bir yazışmada görülebileceği gibi Aslan “Çikinova yap ver” diyor. Yani bir kamu bankasının genel müdürü, sahte evrak hazırlanıp verilmesini talep ediyor.

Savcı söz konusu ‘çikinova’ evraklardan örnekler gösterdi. Bırakın bankacı olmayı, herhangi birinin bile ilk bakışta anlayacağı bu evraklara hiç bakılmamış. Çünkü Zarrab ‘memurun rüşvetini peşin ödeyenlerden’ olmuş. Bu arada söz konusu meşhur tapenin de (memurun ve o…punun parasını önden verme konuşması) New York’taki mahkemede dinlendiğini de hatırlatayım.

Aslında sahtecilik sadece evraklarda değil. Gerçekte İran ile ticaret de yok. Her şey İran ambargosunu delmek için kağıt üzerinde yapılmış. Yani AKP’lilerin söylediği “ABD ambargosundan bize ne, biz İran ile ticaret yaptık, para kazandık” ifadesinin bir gerçekliği yok. Zarrab, Halkbankası üzerinden yaptıkları ticaretin tamamen kağıt üzerinde olduğunu, gerçekte bir ticaret olmadığını delilleri ile anlattı.

Bu esnada hayli trajikomik detaylar da gördük. Mesela Zarrab hayali gıda işi yaparken fazla abartmış. Hiç buğday yetişmeyen Dubai’den buğday ithal etmiş, 15 bin tonluk gemilere 25 bin ton yüklemiş. Ukrayna’dan tavuk budu, Brezilya’dan tavuk, Malezya’dan Hindistan cevizi yağı almış. Tabi hepsi kağıt üstünde.

Banka yöneticileri de bütün bu sahteciliği biliyorlar, engellemedikleri gibi Zarrab’ı arayıp “Biraz dikkat edin, kör göze parmak işler yapıyorsunuz” diye uyarıyorlar.

Aslında İran’a yönelik gerçek bir ticaret olsa (ki bu mümkündü, çünkü gıda ve insani yardım ambargo kapsamında değildi) Türk üreticisi, sanayicisi çok şey kazanabilecekti fakat bu durumda Zarrab ve siyasiler arasındaki rüşvet çarkı işlemeyecekti.

8- BİLAL ERDOĞAN VE TÜRGEV BAĞLANTISI

Savcı ‘başka bir yere’ mi bağlayacaktı yoksa Zarrab’ın ‘siyasi bağlantılarına örnek vermek’ için mi gündeme getirdi net anlaşılamadı fakat Bilal Erdoğan ve TÜRGEV de dosyaya girdi.



Savcının ekrana getirip hakkında sorular sorduğu tapelere göre Zarrap, yardımcısı Happani’den 3 milyon hazırlaması ve fotoğrafını göndereceği kuryeye teslim etmesini istiyor. Paraların kurye Ahmet Murat Öziş’e verilmesi, o paraların TÜRGEV’e götürülüp teslim edilmesi de ilginç bir detay olarak kayıtlarda yer aldı.

9- AMERİKALILARIN ‘GÖZÜMÜZ ÜZERİNİZDE’ UYARILARINA KULAK TIKAMIŞLAR

Savcılığın temel iddialarından birisi Hakan Atilla’nın İran ambargosunu delmek için sistem geliştirdiği, Halkbank yöneticilerinin ‘tüm uyarılara rağmen’ paravan şirketler üzerinden İran ambargosunu delmeye devam ettiği yönünde. Savcılığın tanıkları arasında yer alan David Cohen ve Adam Szubin en çok dikkat çeken isimlerdi. Dönemin ABD Hazine Bakanlığı müsteşar yardımcısı olan Cohen’in  (2015-2017 arası CIA müsteşar yardımcısıydı) uzmanlık alanı ‘terörizm ve finansal istihbarat’.

ABD Hazine Bakanlığı ile Halkbank arasında çok sayıda toplantı olmuş, çok sayıda telefon, e-mail ve mektup iletişimi yaşanmış. Hepsinin ortak noktası ise şu: ABD ambargoya dair detayları sürekli bilgilendirmiş. Gelişmelere ve değişikliklere dair bilgileri güncellemiş. Mealen ‘gözümüz üzerinizde, neler olduğunu görüyoruz’ demişler.

Cohen’in anlattıklarına göre Halkbank ile ABD’li muhatapları arasındaki yazışmalar oldukça uzun bir geçmişe sahip. 12 Mart 2012’de Washington DC’de bir başka toplantı yapılmış. 4 Eylül 2012’de Türkiye’de Cohen’in başkanlığındaki ABD heyeti ile dönemin Halkbank Genel Müdürü Süleyman Aslan’ın başkanlığındaki Türkiye heyeti Halkbank Genel Müdürlüğü’nde toplantı yapmışlar. O toplantıya davanın tutuklu sanığı Hakan Atilla da katılmış. ABD’li yetkililer İran ambargosuna dair detayları anlatıp bilgilendirmelerde bulunmuşlar. 7 Kasım 2012’de Cohen, Süleyman Aslan’ı arayıp Türkiye ile İran arasındaki altın ticaretine dair ‘kaygıları’ dile getirmiş.

Bu esnada söz konusu telefon görüşmesinin kayıtları da yazılı olarak mahkemeye sunuldu. Süleyman Aslan’a ‘riskin arttığı’ uyarısı yapılmış. Bu konuşmanın ardından 20 Aralık 2012’de ABD Hazine Bakanlığı’ndan Halkbank Genel Müdürü Süleyman Aslan’a hitaben bir mektup yazılıp ‘hatırlatmalarda’ bulunulmuş.  Türkiye ile İran arasındaki altın ticareti burada da gündeme gelmiş.

Cohen, “Başbakan yardımcısı, Türkiye’nin yaptırımlarımızı açıkça ihlal eden uygulamalara karıştığını açık açık ilan etmişti” dedi. 28 Şubat 2013 tarihinde ise bu kez Türkiye’de bir toplantı yapılmış. Savcı toplantıda ne konuşulduğunu sorduğunda Cohen ‘ambargoya dair endişeleri tekrar gündeme getirdiğini’ anlattı. Cohen “Çok kaygılıydık ve bunu net bir şekilde ifade ettik” dediğini anlattı.

1 Temmuz 2013’te bu kez Hakan Atilla, Cohen’e bir e-mail yollamış. 26 Eylül 2013’te ise Cohen ile Atilla arasında bir e-mail trafiği daha var. 10 Ekim 2014’te Washington DC’de yeni Halkbank Genel Müdürü Ali Fuat Taşkesenlioğlu ve Hakan Atilla’nın katılımıyla bir toplantı yapılmış. Gündem yine İran ambargosu.

Savcı ‘bütün bu toplantılarda Türk tarafından tatmin edici bir cevap alabildiniz mi?’ diye sordu. Cohen ‘pek değil’ cevabını verdi. Savcı Cohen’e ‘toplantılarda Zarrab gündeme geldi mi?’ diye sorduğunda Cohen ‘2013 ilkbaharı itibariyle Zarrab gündemimizdeydi. O dönem itibariyle Sarraf hakkında ne bildiğimizi kesin şekilde tarif edemem’ dedi.

Yaptırımların uygulanması konusunda endişelenmesinin başka sebepleri de olduğunu söyleyen Cohen, “Bunları paylaşmaya hazır değilim” değerlendirmesini yaptı. Dönemin OFAC direktörü Adam Szubin’in anlatımları da hayli ilginçti. Halkbank’ı defalarca uyardıklarını anlatan Szubin mealen “Baktım anlamıyorlar, Atilla’yı kenara çekip açıkça uyardım” dedi.  

Özetle ABD, Halkbank üzerinden İran ambargosunun delinmesine dair gelişmelerden haberdar olduklarını defalarca söylemişler fakat Türkiye tarafı duymazdan gelmiş.

10- AKP İÇİN HER YER ‘HAVUZ’ HER ŞEY ‘ÇİKİNOVA’

Davanın tarihe geçen anlarından birisi şüphesiz Atilla’nın avukatı Todd Harrison’un 17 Aralık’ın polis şeflerinden Hüseyin Korkmaz’ı çapraz sorguya aldığı anlardı. ABD’nin en pahalı avukatlarından sayılan Harrison büyük bir özgüvenle Korkmaz’a Türkiye’den alışık olduğumuz komplo teorileri ile dolu sorular sordu.

‘Soru çalınması’ndan tutun da 15 Temmuz’a dair teorilere kadar uzandı Harrison. Hakan Atilla’nın avukatları aynı zamanda Türkiye’nin avukatları olduğu için Erdoğan’ın ‘resmi söylemi’ne paralel bir çizgide devam etmeleri sürpriz değildi.

Havuz medyasında çıkan haberleri ‘çok ciddi deliller’ gibi Korkmaz’a yöneltti.

Ben hemen avukatın arkasında olduğum için masasını ve ekranını görebiliyordum. Önünde Daily Sabah’ın hazırladığı ve yalan yanlış bilgilerle dolu 15 Temmuz kitapçığı vardı. Yine havuz medyasından alınmış haber kupürleri de dosyalanmıştı.

Harrison’un iddiasına göre Fethullah Gülen, hakim Mustafa Başer’e bir mektup yazıp tutuklu polislerin tahliyesini talep ediyordu. Harrison’un bu sorusu üzerine Korkmaz “Çok saçma geldi. Böyle bir şeyi ilk kez duyuyorum. Saçma bir şey” dedi. Harrison tekrar “Gördünüz mü bu mektubu daha önce” diye sordu. Korkmaz tekrar “Hayır görmedim, ilk kez görüyorum” dedi. Bu cevap üzerine Hakim Berman evrakın jürinin göreceği şekilde ekranlara yansıtılmasına izin vermedi.

Birincisi Fethullah Gülen’in bir mahkeme reisine mektup yazıp ‘arkadaşları serbest bırakın’ demesi akla mantığa aykırı bir durumdu. Mektubun fotoşopta üretildiği çok belliydi. Ortalama zekaya sahip herkes bu mektubun sahte olduğunu anlayabilirdi. Çünkü logo, imza, içerik her şeyiyle ‘dökülüyor’du. Üstelik Havuz’un paylaştığı mektubun oluşturulma tarihi hakimin tahliye kararını verdiği 25 Nisan tarihinden 1 gün sonra yani 26 Nisan akşamı. Yani birileri saçma sapan bir mektup yazmış, tahliye kararından bir gün sonra mektubu üretmişti.

Türkiye’de alışmıştık bu tip sahte belge ve yalan haberlere. Fakat tuhaf olan dünyanın öbür ucunda, yüz binlerce dolar para ödenerek tutulan avukatların bu sahte evrakları delil diye New York’taki mahkemeye getirmesiydi. Üstelik doğruluğuna öyle inanmışlar ki ilk bakışta sahteliği anlaşılabilecek mektuba dair ısrarla sorular sordular.

Bu aşamada Hakim Berman’dan tarihi bir fırça yediler. Öyle ki yıllardır bu mahkemede duruşma izleyen ABD’li gazeteciler bile şaşkınlığını gizleyemedi. Berman, Atilla’nın avukatlarının mahkemeye getirdiği bazı konuların ‘temelsiz ve inandırıcılıktan uzak’ olduğunu söyledi. Hakim Berman ayrıca avukatların dile getirdiği hususları ‘mantıksız, yabancı komplo teorileri’ olarak tanımladı. Avukat Harrison’un Fethullah Gülen’e ait olduğu iddia edilen mektuba dair sorularına da değinen hakim Berman ‘profesyonellikten uzak ve temelsiz’ dedi. Amerikan mahkemelerinin ciddiyetine uymayan tavır sergilendiğini söyleyen Berman, ‘Hiç inandırıcı ve hiç profesyonelce hazırlanmış bir delil değildi’ ifadesini kullandı.

İlk bakışta bile sahteciliği anlaşılabilecek bir mektubu, ABD’deki çok önemli bir mahkemeye ‘delil’ diye getirmek başlı başına tarihi bir andı.

12- HÜSEYİN KORKMAZ OLAYI

17 Aralık’ın polis şeflerinden Hüseyin Korkmaz’ın ifadeleri en az Zarrab’ın anlatımları kadar dikkat çekti. (Savcının eli zaten çok güçlüydü ve en önemlisi Zarrab gibi bir itirafçısı varken Hüseyin Korkmaz’a neden ihtiyaç duyduğunu hala anlamış değilim.) Operasyonların içinde bir isim olması, katılmadığı bir operasyon nedeniyle tutuklanması, ülkeden kaçmak zorunda kalması ABD’liler için orijinal bir hikayeydi. Bu açıdan jürinin üzerinde etkisi olduğu muhakkak.

Korkmaz sayesinde 17 Aralık operasyonuna dair ‘birinci elden’ bilgiler almış olduk. İfadesinde şu ana kadar duymadığımız birçok şey anlattı: Mesela ilk defa ‘1 Numara’ diye bir konumun olduğunu öğrendik. Zarrab operasyonunun aslında ilk başta sadece ‘kara para aklama’ ve ‘altın kaçakçılığı’ soruşturması olarak başladığını, soruşturma ilerledikçe genişleyip ‘yeni suçlar’ ve ‘yeni zanlılar’ eklendiğini öğrendik. ‘Ayakkabı kutuları’, ‘deste deste dolarlar’ polisler için de sürpriz olmuş. Bir bakıma ucunu yakaladıkları ip nereye giderse oraya gitmişler. Korkmaz, Zarrab’ın ‘1 Numara’ diye bir konumdan bahsettiğini, tüm yapılanmanın üzerinde onun olduğunu tespit ettiklerini anlattı. Savcı ‘kim bu 1 numara?’ diye sorunca Korkmaz, ‘Recep Tayyip Erdoğan’ dedi.

Hüseyin Korkmaz çok ilginç detaylar verdi fakat tüm Türk medyasına FBI’dan aldığı 50 bin dolar manşet oldu. Korkmaz, savcının sorusu üzerine FBI’ın 50 bin dolar verdiğini, savcılığın da kirasını ödediğini anlattı. FBI, önemli davalarda tanıklara bu tip bir ödeme yapıyor. Yani prosedürel bir işlem fakat bu, davayı Cemaat’e bağlamak isteyen hükümet ve Havuz medyası için iyi malzemeydi.

Zarrab ve Korkmaz’ın ifadeleri Türkiye’nin ne kadar kokuştuğunu da gösterdi. Yolsuzluk soruşturması yapan bir polisin başına gelenler, sürgünler, haksız tutuklanmalar ve tehditler dünyanın gözü önünde kayıtlara girdi.

13- HALKBANK, AKTİF BANK VE DİĞERLERİ

Duruşmalar sırasında gördük ki, İran ambargosunu delmek için kullanılan tek banka Halkbank değilmiş. Zarrab aslında ilk olarak bugünün Enerji Bakanı Berat Albayrak’ın Çalık Holding CEO’su olduğu dönemlerde Çalık Holding’in bankası Aktif Bank ile çalışmış. Hatta Aktif Bank, Zarrab’ın İran ile işlerini şüpheli bulup hesap açmayınca dönemin AB Bakanı Egemen Bağış devreye giriyor. Tabi Bağış’ın bu jesti karşılıksız kalmamış.

Oturumlar süresince başka bankaların da ‘sistem’le yolunun kesiştiği görüldü. Arap Türk Bankası bunlardan birisi. Türkiye Finans’ın da adı bazı tapelerde geçerken Ziraat Bankası’nın bir işlemi ABD makamlarının ‘kara para takip filtresi’ne takılmış. Tapelerde, ifadelerde Deniz Bank gibi başka bankaların da adı var.

14- CEMAAT OLMAZSA OLMAZ

Her ne kadar davanın konusu İran ambargosunun delinmesi ve kara para aklama gibi suçları içerse de bir şekilde Cemaat’e bağlanmasa olmazdı. Hakan Atilla’nın avukatları davayı düşürmek için konuyu döndürüp dolaştırıp bir şekilde Cemaat’e getirdi. Atilla’nın avukatı Fleming ne yapmak istedi pek anlaşılamadı ama Zarrab’a “Gülencileri duydunuz mu?” diye sordu. Zarrab ise “Evet. Farklı gruplar bu grup için farklı isimler kullanıyor. Bu yüzden onların siyasi mi, dini mi yoksa bir terör örgütü mü olup olmadığını bilmiyorum” dedi.

Fleming ardından Gülencilerin “Bir yeri patlatan teröristler olmadıklarında hemfikiriz değil mi?” diye sordu. Zarrab ise “Bu konuda sizinle anlaşmamız mümkün değil çünkü ne yaptıklarını bilmiyorum” dedi. Atilla’nın avukatları Hüseyin Korkmaz’ın tanıklığında da sık sık konuyu Cemaat’e getirdi. Böylece ‘başı sıkışan herkesin Cemaat’e sallayarak çıkış araması’ kuralı dünyanın öbür ucunda da geçerli oldu.

15- HAKAN ATİLLA’NIN AÇMAZI

Hakan Atilla bu davanın en zayıf halkasıydı. Zira milyonlarca dolarlık rüşvetlerin havada uçuştuğu bir sistemde ‘en az kirlenen’ olmayı başarmış, rüşvet almamıştı. Fakat bankanın en güçlü ikinci ismi iken gözünün önünde dönen suça müdahale etmemesi onu sanık sandalyesine oturttu.

Atilla’nın avukatları jüriyi etkilemek için farklı bir taktik uyguladı. Zarrab’ı ‘yalancı ve suç makinesi’ olarak etiketleyen avukatlar, Atilla’yı da ‘dürüst ve başarılı bir bürokrat, iyi aile babası’ olarak lanse etti. Tüm duruşma boyunca da buna oynadılar. Bunda da başarılı oldular denebilir. Ancak şöyle bir açmazları da vardı Atilla’nın avukatlarının. Zarrab’ı sorgularken çok tutuktular. Çünkü karşılarında ‘savcı ile tam işbirliğine söz vermiş’ bir Zarrap vardı. Soracakları soruların ‘nereye ve kime’ gideceğini kestiremiyorlardı. O yüzden Zarrab’ı hırpalayacak sorular soramadılar. Biraz da bu yüzden Atilla’nın eğitim ve aile hayatına dair detayın detayı sorularla jüriyi etkilemeye çalıştılar.

Sonuç olarak; yaklaşık 4 hafta süren oturumlar, onlarca saat süren ifadeler ve binlerce sayfalık dökümanlardan başka başlıklar da çıkarmak mümkün. Benim açımdan en önemli sonuç neydi derseniz kesinlikle ‘1 Numaralı’ maddeydi derim.
27 Aralık 2017 11:47
DİĞER HABERLER