Samanyoluhaber.com yazarlarından Harun Tokak bu haftaki yazısını 'Zülal' ismiyle kaleme aldı. Tokak yazısında, kutlu Üç Aylar zaman dilimi üzerine dikkat çeken bir değerlendirmeyi okurlarına sundu.
Zülal
Vakti seher… Gökten rahmet yağıyor. Zülal gibi saf ve temiz. Seherin ak düşmüş saçlarına, ağaçların yapraklarına, yollara, kaldırımlara yağıyor yağmur. Biraz sonra bir gruba sohbet edeceğim. Oldum olası ilk defa sahneye çıkacak bir ilkokul çocuğu gibi her konuşmadan saatler önce bir sancı tutar beni. Heyecanlanırım. Notlarıma defalarca bakarım. Yine öyle yapıyorum. Muştu yağmurları yağıyor. Sanki üç ayların gelişini haber veren yağmurlar. Rahmet ayları geldi dercesine. Bir yağmur serinliği doluyor yüreğime. Dışardan rüzgârın uğultuları geliyor. Sokak lambalarının aydınlığına yağan yağmurları seyrederken vakit geliyor. Butona bastığım anda birdenbire karşımda elli altmış kadar peş peşe pencere açılıyor. İsimler görünüyor ekranda. İnce ve zarif bir ses “Ben Zülal! Hoş geldiniz!” diyor. “Hoş bulduk!” Aynı ses, “Biz, üç aylar vesilesiyle kırk elli kadar arkadaşımızla bir aradayız.” diyor. “Türkiye’deki mağdur kardeşlerimizle ilgili neler yapabiliriz, onları konuşmak için bir araya geldik. Bu konuda sizin de tavsiyelerinizi almak istedik.” Yüreklerinden kabaran ulvi duygularla bir araya gelmiş bu şefkat kahramanı kadınlarımızı görünce gökten yere inmiş merhametli meleklerin arasındayım gibi hissediyorum kendimi. Onların o hallerine imreniyorum. Neden ben de bu ulvi duygular yeteri kadar yeşermedi diye düşünmeden edemiyorum. Bazen karşıma çıkan bir yazı, bir resim ya da bir isim sohbetin seyrini alıp bambaşka yerlere alıp götürüveriyor. O gün de öyle oluyor. Zülal Hanım’a “Adının anlamını biliyorsun değil mi?” diyorum. “Biliyorum.” diyor. “Saf ve tatlı su.”
“Rahmet gibi.” diyorum. Sohbetin kapısı aralanıyor. ‘‘Biliyorsunuz Anadolu da yağmura rahmet denir. Üç aylar rahmet ayıdır, bereket ayıdır. Yerden arza uzanan duaların kabul olduğu aydır. Üstad Bediüzzaman Lahiklarda, ‘İki aydan beri kuraklık sürüp gidiyordu, yağmur yağmıyordu”’ diyor, ‘Her tarafta daima namazlardan sonra pek çok duâlar ediliyordu. Lakin dualara cevap gelmiyordu. Artık yağmurdan umudunu kesen herkes geçim derdi endişesiyle kalben ağlarken, birden Regaib gecesinde bütün ömrümde hiç mislini işitmediğim ve başkalar da işitmediği bir halde üç saatte yüz defa, belki fazla tekrarla göklerin gürlemesiyle, bulutlardan sorumlu meleğin tesbihiyle öyle bir rahmet yağdı ki, en inatçı insanlar bile Leyle-i Regaib’in kutsiyetini ve Peygamberimizin bir derece, bir cihette dünyamıza teşrifinin bütün kâinatça ve bütün asırlarda pek değerli ve alemlere rahmet olduğunu ispat etti ve kâinat o geceyi alkışlıyor diye gösterdi.’ Bütün peygamberler rahmettir. Peygamberimiz ise bütün alemlere rahmettir. Üç aylar da rahmettir. Lakin zamanları ve mekânları değerli kılan insandır. Her şey insanla hakiki manasını bulur ve gerçek derinliğine ulaşır. Her asırda gelen peygamberler de kendi dönemlerine rahmet olup yağmışlardır. Her asırda gelen gönül sultanları da insanlık için bir rahmet olmuştur. İmam-ı Rabbaniler, Abdülkadir Geylaniler, Şahı Nakşibendiler, Hasan Harakaniler, Ahmet Yeseviler, Mevlanalar, Bediüzzamanlar ve Fethullah Gülenler canı dudağına gelmiş insanlığa can suyu olmuşlardır. Hocaefendi’nin İzmir’e geldiği günlerin öncesinde Kestanepazarı Camii Hatibi İbrahim Kılıç Hoca bir rüya görüyor. Rüyasında Ege Ovası susuzluktan yanmaktadır. Koca koca ağaçlar bile baygın bakmakta, otlar gazele dönmüş, çobanlar çaresizdir. ‘Ah su! Neredesin, neredesin?’ diye inlemektedir dağlar, taşlar. Rahmetin parmak uçları kuyular, kovalar, kırbalar, bakraçlar ve taslar, tın tın ötüyor susuzluktan. Sonra bir yerden su gelmeye başlıyor. Suyun geçtiği her yer yemyeşil oluyor, koyunlar, kuzular suya koşuyor. Bu zülal gibi saf ve temiz su, Erzurum’dan geliyor, diyorlar. O günlerde Fethullah Gülen Hocaefendi İzmir’e geliyor. İzmir’e güneş doğuyor. Henüz yirmi yedisindeki genç vaizin, İzmir Hisar Camii’ndeki ilk vaazı büyük yankı uyandırıyor. Yakın camilerden bile insanlar gönüllere nüfuz eden o sese koşuyor. Cemaat coştukça coşuyor, gözyaşları adeta sel olup akıyor. Havra Sokağı’ndaki küçük dükkânında Suriye’den getirdiği saat, çakmak, bıçak gibi şeyler satan genç Hayati Yavuz kendi kendine konuşuyor;
“Nihayet kürsü hatibini buldu.” Tahir Büyükkörükçü’nün, Yaşar Tunagür ’ün bütün vaazlarını kayda alan Cahit Erdoğan, makaralı teybini o gün getirmediğine bin pişman oluyor. Aydın’daki evlerine Mendereslerin, Demirellerin sık sık uğradığı Hacı Kemal, “İşte şimdi aradığımı buldum,” diyor ve bir daha Hocaefendi’nin peşini hiç bırakmıyor. Bir ömür boyu sürecek olan Kutup Yıldızı ile olan yolculuğu o gün başlıyor. Mavi Ege’nin ve Menderes Ovasının kıyısında , İzmir’in asi rüzgarları arasında bir ideal o gün kök salmaya başlıyor. İbrahim Kılıç Hoca soruyor: “Bu genç vaiz nereli?” ‘Erzurumlu’ İbrahim Hoca hakikate uyanıyor ve bir daha Hocaefendi’nin olduğu yerde ne minbere çıkıyor ne de mihraba geçiyor. Rüya sadıktır… Ahir zamanda önce Ege Ovası’nı, sonra Anadolu’yu, daha sonra bütün bir dünyayı bahara dönüştürecek olan nurlu nehrin ana kaynağı Erzurum’un küçük bir köyü olan Korucuk’tur. Hocaefendi bir rahmet olup bir ömür boyu kurak gönüllerimize yağdı. Taşkın pınarları andıran gözleri bereketli bulutlar gibi insanlığa can suyu oldu. Lakin o da gitti şimdi. Yağmur yüklü bulutlar gibi çekip gitti. Şimdi dertlerimizle baş başa kaldık. Dağlar gibi yükler bindi omuzlarımıza. Bu günler, canlı cansız her şeyin üzerine füsun ışıklarının yağdığı günler. Rahmet kapılarının gök kapılarının açık olduğu günler. Sağanak sağanak rahmet yağdığı günler. Bu rahmet sadece toprağı, dağı taşı değil kasvet bağlamış katı kalpleri de ıslatır. Canlı cansız bütün varlıklar ondan istifade eder. Medine’nin Gülü şairinin dediği gibi; ‘Vaktidir ağlayan gözlerimin içine gül Ey kupkuru çölleri cennete çeviren gül’ Ağlamanın vakti. Duanın vakti. Hapisteki Yusufları hatırlama vakti. Hastaları hatırlama vakti.
Gaybubettekileri hatırlama vakti. Gurbettekileri hatırlama vakti. Zor durumda olanları hatırlama vakti. Evleri bombalarla başlarına yıkılanları hatırlama vakti. Dünya kadar derdimiz var. ‘Dua ediyoruz. Kabul olmuyor.’ diyemeyiz. Hadis alimlerinden biri anlatıyor: ‘Uzun zamandan beri Medine’de yağmur yağmıyordu. Herkes yağmur duasına çıkıyordu ama bir türlü dualara icabet edilmiyordu. Bir gece Rasulullah’ın kabri başında iken üzerinde eski elbiseler olan bir siyahi gördüm. Hırkasını omuzlarına attı. Rasulullah’ın kabrinin başına oturdu. ‘Ya Rasulallah! Ne zamana kadar Ümmet-i Muhammed böyle dağidar olacak, perişan olacak? Merhametin ve şefkatin buna müsaade edecek mi? Yemin ediyorum, yağmur yağmazsa başımı buradan kaldırmayacağım.’ Bu insan başını kaldırmadan şakır şakır yağmur yağmaya başladı.” Vakti seher… Gökten rahmet yağıyor. Zülal gibi saf ve temiz. Seherin ak düşmüş saçlarına, ağaçların yapraklarına, yollara, kaldırımlara yağıyor yağmur. Muştu yağmurları yağıyor. Sanki üç ayların gelişini haber veren yağmurlar. Rahmet ayları geldi dercesine. Bir yağmur serinliği doluyor yüreğimize. Dışardan rüzgârın uğultuları geliyor. Sokak lambalarının aydınlığına yağan yağmurları seyrederken vakit geliyor. Butona bastığım anda birdenbire karşımda elli altmış kadar peş peşe pencere açılıyor. İsimler görünüyor ekranda. Zülaller, Nesibeler, Sümeyyeler, Sümeyralar, Tubalar, Betüller… Belli ki Hocaefendi koymuş isimlerini. Saf, temiz Anadolu kızları ve kadınları. Dün, umumi seferberlik vaktidir, diyerek İstiklal Savaşı’nda cephelere kağnılarla erzak taşıyan, cephane taşıyan, ‘‘Aman, vatan elden gitmesin, din elden gitmesin, minareler ezansız kalmasın!’’ diyen ninelerimizin, analarımızın evlatları.
İnce ve zarif bir ses “Ben Zülal” diyor. “Zülal Toprak”
Sitemizi kullanmaya devam
ederek çerezleri kullanmamıza izin vermiş oluyorsunuz.
Detaylı bilgi almak için Çerez Politikasını ve Gizlilik Politikasını inceleyebilirsiniz.