[Abdullah Aymaz yazdı] Ufuklar nasıl açıldı?

Her vicdan sahibi elinden geleni yapmak mecburiyetini yüreğinde hissetmelidir…

Ufuklar nasıl açıldı?
ABDULLAH AYMAZ | Samanyoluhaber

1959’da köyümden ayrılırken hedefimde, bir dağ köyü olan o zaman 30 hanelik BARAĞI Köyüne  imam olmak vardı. Kendisinden tecvid, Arapça ve ilmihal dersleri aldığım bir ilçenin Kur’an Kursu hocası, bana İzmir İmam Hatibin yolunu gösterdi, hem de alıp götürdü… Orada okurken,  zamanla   şehirlerde de imam, vâiz, hatta müftü olabileceğimi öğrendim.

Sonra 1966’da M. Fethullah Gülen Hocaefendi Ege Vaizi olarak, tarihî Kestane Pazarı Camiine gelip vaaz ve nasihata başladı. Aynı zamanda  caminin bitişiğindeki yatılı Kur’dan Kursunun da Müdürlüğünü deruhte ediyordu. Bizler, hem o yurtta kalıp özel ders alıyorduk, hem de oradan İmam-Hatip Okuluna devam ediyorduk… 
İzmir gibi bir batı şehrimizde İslamiyet az yaşandığı için, namaz kılanları çok dindar ve zekat verenleri de çok cömert zannediyorduk.
Hocaefendi bir gün ZEKAT  üzerine vaaz ediyordu. Zekatı üçe ayırdı: “1-Sadece parasının  ve malının KIRKTA  BİRİNİ  vermek CİMRİ  ZEKATIDIR. Çünkü 1/40 en az limittir; hiç olmazsa o kadar olsun, demektir. Bu veriş cimrilere aittir. 2-Hz. Ebu Bekir (R.A.)  gibi her şeyini vermek. Tebük seferinde olduğu gibi…  3-Canını da bir zarfa koyup Allah için vermek.”
Bunları duyunca, bizim ufkumuz açıldığı gibi, cemaatin de anlayışı derinleşiyordu. Bir de çok heyecanlı biçimde bu hususta sahabe efendilerimizden misaller verilince, mesele kalblerde ve vicdanlarda yerleşip kökleşiyordu. Okullar, yurtlar, evler açılsın talebeye burs verilsin diye, emeklilik parasını getirenler, evinin, arabasının hatta fabrikasının anahtarlarını getirenler oluyordu ama bunların çoğu hiç kabul edilmiyor ve kazançların bir kısmı ile yetiniliyordu.
Bir yandan Kur’an-ı Kerim tefsirleri okunarak, sohbet-i cananlar yapılarak, vaazlar ve soru-cevaplar dinlenilerek gönüller kafalar aydınlanıyor, bir taraftan da gönüllerin uyanmasıyla başka kalblere ve yüreklere korlar saçılıyordu. Yanmayan, yakamaz. Işık saçan bir mum, kendinden başka sönmüş pek çok mumu da tutuşturuyordu. Bunlar da fer bulup dirilince, iri iri ışık sütunları oluşuyordu.
Herkes artık meşgul arılara benzemeye çalışıyordu… Rüyada bile görülse, “arı-bal”, hep “vahiy ve Kur’an”  ile ilgili mânâlar ile tabir edilir. Onun için, arılar ile hizmet-i imaniye ve hakikat-ı Kur’aniye hizmetçileri arasında derin münasebetler vardır. 
Arılar ne yapar? Çiçeklerin kapısını çalar, onları derin uykulardan uyarırlar. Ayrıca, getirdikleri tohumları onlara aşılarlar. Bu bir nevi alış-veriş olduğu için çiçeklerden de bal özlerini ve polenleri alıp götürür ve onlardan bizim bildiğimiz beş şey yaparlar. 1-Arı sütü, 2-Bal. 3-Mum. 4-İğne. 5-Propolis… Kur’an-ı Hakim, arının vücudundan çıkan sıvının ayrı ayrı renklerde olduğunu ve hepsinde de şifâ bulunduğunu ifade ediyor. (Nahl Suresi, 65-69)
Kur’an ve iman hizmetkârları da, kapıları, dükkanları çalıp pek çok hakikatten habersiz insanlara Kur’anî ve imanî hakikatlardan haberdar ediyorlar. Meseleleri özümseyen bahtiyarlar da Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömerler ve Hz. Osmanlar gibi imkânları ile kervana katılıyorlar. Eldeki imkânlarla talebeye burs veriliyor, okullar, yurtlar ve evler açılıyor. Yani hayırdan hayırlar doğuyor.
Hayırda yarışan, organize yapılar çok daha büyük güzelliklere vesile oluyorlar. Hani tek başlarına iğne yapmaya çalışmışlar ama ancak üçer tane iğne yapabilmişler. Ama sonra bir sistem içinde organize olunca biri ocak yakar biri inceltir, biri delik açar… Her biri yaptığı işte uzmanlaşır ve organize çalışınca her birine üçer iğneye bedel üçyüzer iğne düşüyor…
Nasıl tek başımıza kıldığımız namazdan, cemaatle kıldığınız namazlar kat kat fazla sevap kazandırıyor, tek başımıza yapacağımız hayırlar yerine organize yapılan hayırlar da insanlara katmerli güzellikler, iyilikler, ecirler ve sevaplar kazandırırlar…
Kastamonu Lâhikasında Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin işareti ile, bizim Hizmetimiz aynı zamanda, bin senedir, dehşetli tahrip edici âletlerde sağından solundan darbelenip aşındırılan İNSANLIK  KALESİNİN  tamir edilmesidir. Temeli ve kaynağı Semavî Dinlerin getirmiş olduğu aklın süzgecinden geçmiş insanî evrensel değerler ile, bilhassa onların yaşanması, hayata geçirilmesi ve yeni nesillere öğretilmesi  suretiyle insanlığa Hizmet edilmesidir.
İşte bu hizmetin yapılması için Anadolu’nun fedakar insanları senelerce cömertlik yaptılar. Ciğerpâreleri öğretmen evlatlarını dünyanın her tarafına hizmete gönderdiler. Arkalarından burs mahiyetindeki maaşlarını, okullarının masa, tahta, sandalye gibi ihtiyaçlarını gönderdiler… Kur’an-ı Hakim Hz. Nuh’un gemisinin ârâm ettiği Ağrı dağı için Ararat değil de, CÛDΠ diyor. Cûd, cömertlik demektir. Nasıl Hz. Nuh  Aleyhisselam, insanlık için ikinci Adım sayılır. Çünkü Hz. Nuh ile yepyeni bir dünya kuruldu. Şimdi de içinde acılı, ağrılı Ağrı dağı gibi insanımız Anadolu’da zulme ve gadre uğruyor…
Hizmetin herşeyine çöküldüğü gibi, Hizmet mensuplarının mallarına ve mülklerine de çökülüyor. Bu fedâkarlıklar, bu cömertlikleri yapan masum, mağdur ve mazlum insanlara akla, hayale gelmedik işkenceler yapılıyor. Bir yudum suya bir lokmaya muhtaç olsunlar, açlık-susuzluktan ölüp gitsinler diye İslâmiyeti ve insanlığı ayaklar altına alıyorlar. O zaman tam el uzatmak zamanıdır. Her vicdan sahibi elinden geleni yapmak mecburiyetini yüreğinde hissetmelidir…

10 Kasım 2020 12:03
DİĞER HABERLER