AB üyeliği rafa mafa kalkmadı, bitti!

Avrupa Birliği (AB) uzmanı Cengiz Aktar, 16 Nisan'da yapılan halk oylaması öncesinde başlayan AB-Türkiye gerilimi ile ilgili olarak "AB üyeliği rafa mafa kalkmadı, bitti, daha doğrusu elbirliğiyle bitirildi" dedi.


Aktar, sözlerine şöyle devam etti:

"Dolayısıyla sopanın bir manası yok. Rejimin ekonomik çıkar nedeniyle muhafaza etmek istediği bir zayıf ilişki kalabilir ama bu, Türkiye’de siyaseti ve toplumu 2000-2005 arasında olduğu gibi olumlu yönde teşvik edecek, dönüştürecek, demokratikleştirecek boyutta olmaz."

Cengiz Aktar'ın "Artı Gerçek"te yayınlanan (26 Mayıs 2017) yazısı şöyle:

Referandumla birlikte oluştuğu varsayılan “hayır cephesi” bileşenlerinin yapısal nedenlerden ötürü birlikte hareket etmekten çok uzak oldukları üzerine daha önce yazdım. Kürd meselesinin çözümü konusundaki ateşle su misali pozisyonların bir asgarî müşterekte buluşmaları tamamen ihtimal dışında. “Hayır cephesi” bu anlamda bir cephe olmadığı gibi farklı bileşenlerinin kendilerine has herhangi bir ciddî alternatif politika önerisi de duyulmadı bugüne kadar. Muhalefet genel itibariyle, rejimin icraatına karşı, yerine göre kuru, yüzeysel ya da soyut muhalefet olarak tezahür ediyor. Hedefi Erdoğan’dan ötesini kapsayamıyor. 16 Nisan öncesine dönüş yegâne talep sanki.


MHP kökenli muhalifler “sert” beyanlar dışında ne edeceklerini pek bilemiyor.

CHP’nin, üzerinde düşünülmemiş, spontane ve arkası gelmeyen sivil itirazları; Salı günleri “sert” beyanları; İzmir marşlı, 10.yıl marşlı, Anıtkabir ziyaretli protestoları; beyhude soru önergeleri, meclis araştırma talepleri; “hukuksuzluk”, “anayasaya aykırılık” çıkışlarının hiçbir etkisi yok. Bu vızıldamaların, mırıldanmaların ve hırıldamaların dışında ciddî politika önerisi yok.

AB uyum çalışmaları, Avrupa Konseyi vecibeleri, komşularla ilişkiler, ABD ilişkisi, Zarrab dosyası takibi, Kürd politikası, OHAL, çökmüş devlet kurumlarının istikbali, laiklik, Alevilik, kadın-erkek eşitliği, eşit vatandaşlık, anayasal vatandaşlık, eril siyaset, demokraside ordunun konumu, şiddet perverlik, şeffaflık, hesap verebilirlik, cezasızlık, merkeziyetçilik, eğitim sistemi, doğa hakları, kalkınmacı tek düşünce esareti… Bütün bu meselelerde CHP’den politika önerisi işitmiş değiliz.

Genelde işitilen 1923 ile 2017 arasında gidip gelen bir devr-i sabık özlemi. Üstelik çare bekleyen meselelerin en hayatîsi Kürd meselesinde CHP rejimden daha rejimci!

HDP bunaltıcı bir tahakküm altında, HDP’nin siyaset yapmasını sistematik olarak engelliyor rejim. Hapis dâhil enva-i çeşit engelle karşı karşıya olan HDP, bırakın politika üretmeyi ölüm kalım savaşı veriyor. Temsil ettiği seçmen, memlekette hüküm süren sistemli zulmün hedefinde olan kitle.

Sivil toplumdan yükselen şiddet içermeyen itirazların ve pozitif çağrıların boyutlarıile etki kapasiteleri belli; yargı ve yasama devre dışı bırakılmışken bu itirazlardan bir sonuç elde edilebileceğini düşünmek maalesef çok zor. Nitekim toplumun maruz kaldığı zulüm ve tahakkümün bugün gelip dayandığı nokta açlık grevi, yani anti-siyaset. 

Bu yapısal çaresizlik hatırı sayılır bir kesimi rejime bir şekilde biat etmeye sürüklüyor. Ama muhalefette kalıp,biat etmeyip iyimser olmaya çalışan “umudu yitirmeyelim” diyen bir kitle de mevcut. Dikkat edilmesi gereken nokta, mesnetsiz iyimserlikle biat arasında “adam o kadar da fena değil” halet-i ruhiyesiyle belirlenen muğlak ve ince çizgi.

İyimserlerden bazısı “her istediğini elde etti artık yumuşayacak” müjdesi veriyor; kuşkucu olanlar rejimin çok korktuğunu ve 16 Nisan’ın sonun başlangıcı olduğunu yazıyor; daha “stratejik” düşünenler AKP içi muhalefetin Erdoğan’ı devireceği beklentisinde; daha ziyade yurtdışına bakanlar “bu sefer artık doğru yola dönecek çünkü Batı’ya ihtiyacı var” tahlilleri yapıyor; kimisi de “barış süreci” hayali görüyor.

Bir yanda gayet istikrarlı şekilde siyasî pozisyon alan bir tek adam var, diğer yanda biteviye niyet okuyan, gündelik gerçeklere rağmen kendi beklentilerini dile getiren, olmayacak dualara âmin demekten çekinmeyen, kendi kendine gelin güvey olan bir heterojen kitle var. Çaresizliğin farklı ve trajik veçheleri.

Daha yakından bakalım. Bir kere değişim ve nedamet bekledikleri politikacı, yıllardır olduğu gibi, yapmayı düşündüğünü gizleyip saklamadan, lafı dolandırmadan faş ediyor, icraatını da aynı kararlılıkla, bazen erteleyerek ama asla vazgeçmeden yerine getiriyor. Tam huzur tesis edilene kadar -yani hiçbir zaman- OHAL kalkmayacak diyor mesela, yumuşama bekleyenlerle alay edercesine.

Her istediğini elde ettiği için yumuşayacağını ve rejim kalemlerinin propagandasını yaptığı reformlara yöneleceğini düşünenlere önce yumuşamadan ve reformdan ne anlandığını sormak gerek. Olumlu anlamda reform, rejimin hukuk devletine geri dönmesi ise, bunun cevabı önce kuvvetler birliği oldu bittisi ve sonra OHAL’in ebediyetidir.  Aynı bağlamda rejim kendini garantide hissetmiyor olabilir ve 16 Nisan da bir milat olabilir. Ne var ki tek elde temerküz eden muazzam bir yetki ve kolluk ile savunma güçlerinin tam ve denetsiz kontrolünü elinde tutan bir rejimden bahsediyoruz. Bugüne kadar görülmemiş ve eksiksiz bir asimetri!

Gelelim yıllardır Godot gibi beklenen AKP içi muhalefete… Godot’nun gelmeyeceği zira Godot’nun varolmadığı hâlâ anlaşılmadı mı? Şimdi Erdoğan’ın yeniden genel başkanlığa gelmesiyle başlayacak temizlik en ufak başkaldırı ihtimalini dahi yok ediyor. 

Gidelim Avrupa’ya ve oradan beklenen havuçlara, sopalara. Avrupa’nın elinde havuç artık yok. AB üyeliği rafa mafa kalkmadı, bitti, daha doğrusu elbirliğiyle bitirildi. Dolayısıyla sopanın bir manası yok. Rejimin ekonomik çıkar nedeniyle muhafaza etmek istediği bir zayıf ilişki kalabilir ama bu, Türkiye’de siyaseti ve toplumu 2000-2005 arasında olduğu gibi olumlu yönde teşvik edecek, dönüştürecek, demokratikleştirecek boyutta olmaz. Rejim bu çeşit “olumlu teşvik”lere içişlerine müdahale ve dış denge denetleme gözüyle bakıyor. Yani düşman gözüyle… Bu anlamda Avrupa’ya ve Batı’ya ihtiyacı yok, tam aksine. AB’ye, Avrupa Konseyi kurumları ve başta Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ni de ekleyin.

Avrupa’nın ise “Türkiye demokrasisini kurtaralım” gibi bir meselesi yok; stratejik hata ama öyle…

Ve son olarak Kürd meselesi ve barış süreci. Bunalmış HDP haklı olarak barışa çağrıda bulunuyor ancak bu çağrının içinin doldurulması, yani anayasal ve yasal reformların gerçekleşmesi söz konusu bile değil.Başkan HDP’ye “terörle mesafe koymayanları çok daha zor günler bekliyor, bu böyle biline” diyor. Vekiller hapiste, seçilmiş yerel yönetici kalmadı, şehirler dümdüz edildi, yarım milyon insan yerinden oldu, dil yasaklı… Barış süreci? 

Rejimin kavruk vizyonunda, “kendi Kürdleri”, TOKİ, yol, köprü, teşvik ve zapt-u rapttan ibaret bir “çözüm” var, barış süreci filan değil…

Yukarıda yazılanlara yine ve her zaman olduğu gibi kötümserlik, umudu yitirmek, yılgınlık, moral bozuculuk, karamsarlık diyerek itiraz edenler olacak. Çaresizlik üzerine bir sentez yapmamın nedeni mesnetsiz iyimserliğin tehlikesini gözler önüne sermek. Türkiye faşizmi tanımıyor, faşizm kendiliğinden dönüşen bir şey değildir. Ancak doğru teşhisler doğru çözümleri getirir, hayaller değil.
26 Mayıs 2017 12:05
DİĞER HABERLER