Ankaralı: "Hakemlik, beklenmeyeni beklemek zorunda olmaktır"

Ankaralı:
Basketbol A Klasmanı hakemlerinin basketbol dışındaki yaşantısının tanıtıldığı yazı dizisi devam ediyor.

Türkiye Basketbol Federasyonu'nun internet sitesinde yayınlanan dizinin son konuğu Türk basketbolunun önemli hakemlerinden Recep Ankaralı oldu.

Türkiye Basketbol Federasyonu Merkez Hakem Kurulu Eğitim Koordinatörü ve A Klasmanı Hakemi Recep Ankaralı, 27 seneyi geride bıraktığı hakemlik hayatı, ailesi ve kendisi ile ilgili sayısız özel bilgiyi yazı dizisinde okuyucularla paylaştı.

İlk Süper Lig maçını yönettiği gün hissettiği heyecandan, bu sezon sonunda hakemliği bırakacak olma kararını nasıl aldığına dek mesleği ile ilgili birçok konuya içtenlikle değinen Ankaralı, röportaj süresince sevenleri için sürpriz olacak bilgiler de verdi…

-Bu ilk soru, belki de röportajın yanıtlaması en zor sorusu olabilir… Recep Ankaralı kimdir?

Evet, zor bir soru ama kısaca yanıtlamaya çalışacağım… 48 yaşına geldim… 27 senedir hakemlik yapıyorum. Bir tane oğlum, bir tane kızım var. Hayatımın son 27 senesi tamamen basketbol ile geçti. Bir yandan da malum, Türkiye Basketbol Federasyonu'nda çalışıyorum. Basketbolu seviyorum ve hayatıma onun bir parçası olarak devam ediyorum. Hatta basketbol da benim hayatımın çoğunluğunu oluşturuyor. Son 20 senedir yaşamımın yüzde yetmişi basketbol oldu ve bu şekilde de gidebildiğim yere kadar gitmek istiyorum…

-Kendinizi nasıl basketbolun içinde buldunuz?

Öğrenciliğimde basketbol ile ilgileniyordum, elimden geldiğince oynuyordum… Zamanla boyum kısa olduğu için basketbol oyuncusu olarak pek de başarılı olamayacağımı fark ettim, zaten çok da yetenekli olmadığımı düşünüyordum… Bir ağabeyimiz vardı, bana basketbolun içinde kalmam için hakemlik düşünüp düşünmeyeceğimi sordu. Benim de aklıma yattı… İstanbul'da o dönemde açılmış olan bir kursa gittim… Açıkçası ilk başlarda bu noktalara gelebileceğimi hayal edemezdim. Zaman ilerledikçe iyi şeyler yapabileceğimi gördüm. Ben hırslı bir insanım. Kendime 'Bu işi yapabilirim!' dedim. Bu bahsettiğim zaman, sene 1989… O zamanlar biraz daha hızlı ilerliyordu her şey… 1991 yılında kendimi bir Süper Lig maçında hakem olarak buldum. Sümerbank – Eczacıbaşı mücadelesi idi. O zamandan bu zamana da Süper Lig'de maç yönetiyorum…

-1991 yılında yönettiğiniz o ilk Süper Lig maçında neler hissettiğinizi hatırlıyor musunuz?

O ilk birinci lig maçına gelene kadar kadın takımlarının maçları ya da ikinci lig maçları yönetmiştim ama Süper Lig maçına hakem olarak çıkmak mutlaka çok daha farklıydı. Sahaya çıktığımızı hatırlıyorum, ama maçın nasıl geçtiğini gerçekten hatırlamıyorum… Çok değişik bir duyguydu, iki senedir ulaşmaya çalıştığınız noktaya ulaştığınızı düşünün… Gerçi bence biraz da çabuk ulaştık o noktaya o zamanlar… Soruya dönecek olursam, maç ile ilgili pek bir şey hatırlamadığımı yineleyebilirim…

-Peki, o ilk maçın üzerinden uzun yıllar geçmiş halde iken, şimdi çıkacağınız maçlara nasıl hazırlanıyorsunuz, ya da hazırlanıyor musunuz?

Tabii ki hazırlanıyorum, bir maça hazırlanmadan çıkmak mümkün değil. Benim şöyle farklı bir avantajım var, ben federasyondaki görevim dolayısı ile bütün Süper Lig ve Birinci Lig maçlarını seyretmiş oluyorum. Maç yöneteceğim zaman da zaten takımlar ile ilgili bilgiye önceden sahip olmuş oluyorum. Yine de; geçen hafta gerçekleşen Türkiye Kupası müsabakaları üzerinden gideyim, çeyrek final maçını yöneteceğim günün bir gece evvelinde oturdum Efes'in bir maçını, Karşıyaka'nın da bir maçını izledim. Ayrıca ne kadar uzun zamandır hakemlik yapıyor olsanız dahi mental olarak kendinizi olabilecek her şeye hazırlamanız gerekiyor. Hakemlik, beklenmeyeni beklemek zorunda olmaktır. Bir müsabakada beklenmeyecek ne olabilirse siz onu beklemek zorundasınız. Çünkü o hadise başınıza geldiği zaman ona reaksiyonunuz hazır olmalıdır. Bir maça hazırlanmadan çıkmak hiçbir şartta söz konusu olamaz; olursa da kaybettiniz demektir…

-Maçlara çıkmadan önce mutlaka yaptığınız ya da yapmadığınız bir şey var mı?

Bizim çoraplarımız uzundur, çekince diz altına kadar gelir… Ben de sahaya o şekilde çıkar, hava atışını atarım ondan sonra ilk kenara gittiğimde çoraplarımı aşağı indiririm mutlaka. Rahat edemem o uzun haliyle…

"SEZON SONUNDA HAKEMLİĞİ BIRAKACAĞIMI ARTIK HERKES BİLİYOR"

-Eğer vaktiniz kalıyor ise, basketbolun hayatınızda kapladığı yer dışında neler yaptığınızı da öğrenmek isteriz… Hobileriniz ya da rutin aktiviteleriniz var mıdır?

Keşke zamanım olsa da yapmayı sevdiğim şeyleri yapabilsem… Herkes artık biliyor ki ben sene sonunda hakemliği bırakacağım. Niye böyle bir karar aldığımdan bahsedeyim… Federasyonda hem hakem eğitimi ile ilgilenmek, hem de Türkiye'de ve Avrupa'da hakemlik yapmak gerçekten çok çok zor. Zamanla bir tanesini eksik yapmaya başlamak durumunda kaldığımı hissediyorum. Hakemler için yürüttüğümüz ciddi bir eğitim çalışması var. Tecrübelerimizi, birikimlerimizi aktarmaya çalışıyoruz ve o tarafa ağırlık vermem gerektiğini de düşünüyorum. Sene başındaki seminerde kararımı zaten vermiştim, bu sene sonunda hakemliği bırakacağıma dair. Aralık ayından önce de Euroleague'e söyledim bu kararımı. Artık Avrupa'daki maçlara gidip gelmek benim için çok sıkıntılı oluyordu. Bir maç yönetmek için üç günüm yurt dışında geçiyor; hafta sonu zaten Türkiye'de bir maçta görevli oluyorum. Bir de geride kalan günlerde sabah Federasyona gel, çalış... Kesinlikle çok zor oluyor. Önce Avrupa'daki görevimden uzaklaşmaya başladım; Aralık başından beri gitmiyorum yurt dışında. Bu durum beni haftanın birkaç gününde akşam evde oturmam adına rahatlattı diyebilirim. Şimdi şimdi biraz daha fazla çocuklarımı görmeye başladım. Bırak senin sorduğun gibi hobilere zaman ayırmayı, çocuklarımı göremiyordum iki ay öncesine kadar. Öteki taraftan benim en sevdiğim şey yazın Ayvalık'taki yazlık evimizde bir, bir buçuk ay zaman geçirmek. Tabii o kadar uzun kalmak da pek mümkün olmuyor. Son üç dört senedir balık tutmaya bile gidemedim… Kayağa çok meraklıyım ben. Beş sene öncesine kadar kış aylarında muhakkak kayak yapmak için birkaç günümü ayırırdım. Söylediğim gibi, son yıllarda pek nefes alacak vaktim kalmadı…

"ÇOCUKLARIM BENİM HER ŞEYİM…"

-Oğlunuzun Amerika'da okuduğunu biliyorum. Onunla rutinde görüşemiyor olmanız zaten başlı başına bir sıkıntı olsa gerek… Kızınız da henüz küçük. Çocuklarınız ile aranız nasıldır?

Öyle tabii… Oğlum Ege, tatillerde buraya geliyor, anca öyle görüşebiliyoruz. Ege, 21 yaşında. Hatta o basketbola benden daha meraklıdır. Takımlara, oyunculara tamamen hâkimdir. Kızım Ece da ilkokul beşinci sınıfa gidiyor. Onlarla aram gayet iyi. Tabii erkek çocukları büyüdükçe biraz kendi hayatlarını yaşarlar, Ege de öyle yapıyor haliyle… Kızım 2005 doğumlu… Senin de söylediğin gibi, daha küçük… Onlar benim her şeyim. Onlara en ufak zarar gelse, ölecek gibi olurum. Bir de ben yaşlandım sanırım biraz, iyice duygusallaştım. İsimleri geçtiğinde dahi gözlerim doluyor… Ege'nin uzakta yaşamasının da bunda etkisi olabilir tabii…

-Sizce hakemliğin size, daha doğrusu sizin basketbolun dışındaki hayatınıza kattığı en önemli şey ne oldu?

Hakemlik, çok hızlı düşünüp hızlı karar vermeyi gerektirir. Bu açıdan mesleğimin bana hızlı değerlendirme özelliği kattığını söyleyebilirim. Sosyal açıdan baktığımızda ise bana Türkiye'nin her şehrinde, dünyanın da neredeyse her ülkesinde bir arkadaş kazandırdı hakemlik. Ben bu işi yapmaya başlayana kadar hiç yurt dışına çıkmamıştım. Şu anda ise Avrupa'da görmediğim yer kalmadı, Amerika'ya da gittim. Bir telefon açtığım zaman bana yardım edecek bir sürü dostum oldu mesleğim sayesinde. Bence en büyük kazancım budur. Geçen sene Kıtalararası şampiyonluk maçı için Brezilya'ya gittik mesela. Gitmeden evvel oradaki arkadaşıma telefon açtım mesela, geleceğimi söyledim. Orada onunla buluştuk, gezdik…

-Hayatta en çok değer verdiğiniz üç şeyi soracak olsam, ilk sıraya ailenizi koyarak diğer iki şeyi sormalıyım belki de…

Kesinlikle. İlk sırada her daim ailem gelir. İkinci sıraya basketbolu koyabilirim. Üçüncü olarak da arkadaşlarım diyeceğim ama. 'gerçek arkadaşlarım'…

-Dünyanın birçok yerine gittiğinizi biliyoruz. Peki, sizde en özel yeri olan şehir hangisi? Mesela benim için bu sorunun yanıtı Barselona'dır…

Enteresan bir tesadüf ama benim için de! Çok seviyorum Barselona'yı. Gittiğim çoğu şehirde, ilk gittiğimde gezilecek her yere giderim, sonra bir dahaki sefer oraya yolum düştüğünde otelde dinlenmeyi, kitap okumayı tercih ederim. Örneğin Madrid'e gittiğimde çoğu zaman otelden dışarı çıkmıyorum. Ama iş Barselona'ya gelince her defasında mutlaka gezilecek, görülecek yeni yerler bulabiliyorum. O şehir beni etkiliyor, çok seviyorum orada olmayı.

-Bugüne dek gitmediğiniz ve bir gün şurayı da görsem dediğiniz bir şehir ya da ülke var mı?

Var, Küba, inşallah seneye gideceğim. Gençliğimden beri orası bana çok enteresan gelir. Etnik yapısı da beni çok etkiliyor. Bir de Fidel Castro'nun hayatını okumuştum, o kitaptan da bir hayli etkilenmiştim, bunun da tesiri olabilir mutlaka.

"HAYATTA EN ÇOK İSTEDİĞİM ŞEYLERDEN BİRİ KANUN ÇALMAYI ÖĞRENMEK"

-Biz sizin en sevdiğiniz müzik türünü oğlunuz Ege'den öğrendik, Türk Sanat Müziğiymiş...

Ege de size ne çok ipucu vermiş… Evet, çok severim Türk Sanat Müziğini… Gerçi sadece o değil, müziğin birçok türüne düşkünlüğüm vardır. Arabada sürekli müzik dinlerim mesela. Yeni çıkan şarkıları hep bilirim. İnsanlar hayret ederler bana, 'Bu şarkı daha yeni çıktı nereden biliyorsun?' sorusunu çok duyarım. Ama ne var biliyor musun, sesim kötü. Hayatta en çok istediğim şeylerden biri sesimin güzel olması olurdu. Şarkı söylemeyi çok isterdim, çok seviyorum ama sesim olmadığından söyleyemiyorum. Arkadaşlarla bazen kendi aramızda söylüyoruz, öyle olduğunda sesim arada kaynıyor, sorun olmuyor ama maalesef tek başıma söylemem imkânsız :) Bir de neyi çok istiyorum biliyor musun, kanun çalmayı. Eşime de çocuklarıma da senelerdir söylüyorum zaten, biliyorlar. Kendi kendime de söz verdim. Hayatta yapacağım şeylerin listesini yapacak olsam, en tepeye kanun çalmayı koyarım. Ölmeden önce mutlaka öğreneceğim…

"SAHADA KAŞLARIMI ÇATARIM AMA KOLAY KOLAY SİNİRLENMEM"

-Oğlunuzun bize çok ipucu verdiğini söylediniz. Onun sizi ne kadar tanıdığını düşünürsünüz? Sizinle ilgili her şeyin cevabı onda var mıdır?

Vardır. Ben sana kendi hayat felsefemden bahsedeyim. Çocuklarımdan birini belli değerler ile büyüttüm, diğerini de öyle büyütüyorum. İki tane şeyi hayatta hiç yapmamaya çalıştım. Birincisi yalan söylememek, ikincisi de kimsenin arkasından konuşmamak. Biliyorsun ki bizim yaptığımız işten, sahada aldığımız kararlardan dolayı sürekli arkamızdan konuşanlar oluyor. Gerçi ben hakaret içermediği sürece, gerek arkamdan gerek yüzüme söylenen her şeyi dikkate alırım. Çocuklarıma da hiç yalan söylemedim ve kimsenin arkasından konuşmadım. Ege, ona hiç yalan söylemediğim ve hayatımdaki her şeyi onunla paylaştığım için mutlaka benimle ilgili her ayrıntıyı bilir. Sahada kaşlarımı çatarım ama kolay kolay sinirlenen de bir insan değilimdir. Sinirlenmiş gibi göründüğümde de çoğu zaman sinirlenmemişimdir… İnsanlara kızmam zordur benim. Bana çok kötülük yapan biri olsa dahi, etrafımdakiler bana sorarlar 'Bu kişi sana zarar veriyor, sen nasıl kayıtsız kalıyorsun?' diye… Yapı meselesi. Bir de ben büyüğümü küçüğümü çok iyi ayırırım. Bana kötü niyetle bile yaklaşılsa, eğer büyüğümse yine saygı duyarım. Birine kızsam da zaten, kızgınlıklarım hiç uzun sürmez. Neticede oğlum bu özelliklerimi de çok iyi bilir, beni tanır. Neden keyif alacağımı, neye üzüleceğimi bilir. Allah'a şükür bugüne dek beni hiç üzmemiştir. Kızım da öyledir… Ben hayatımda çocuklarıma bağırdığımı hiç bilmem mesela…

-Bu biraz da mesleki deformasyon mu acaba? Sahada sürekli sakin kalmanız gerektiği için belki de kolay sinirlenmiyorsunuzdur?

Belki de… Haklı olabilirsin, hiç bu açıdan düşünmemiştim. Yine de şu bakış açımı söylemem lazım bu noktada ki ben yaklaşık 15 senedir hep böyle düşünüyorum: Allah korusun hastalık, ölüm gibi felaketleri dışında bırakarak bu sözleri söylüyorum ki hayatta hiçbir şey beni üzecek kadar büyük olamaz. Biri bir şey demiş, bir şey yapmış… Ne olacak? Eğer ben doğru hareket ettiğime inanıyorsam, canımı sıkmam. Ama eğer kendimde hata görüyorsam, işte o zaman kendime kızarım ya da üzülürüm.

-Son olarak size sohbetimizin gidişatında merakımı uyandıran bir şeyi soracağım. Diyelim ki bir oyuncu sahada maçın başından itibaren sizi sürekli zorluyor… Her kararınıza itiraz ediyor, sürekli sizinle konuşuyor, işinizi yapmanızı zorlaştırıyor… Yine de sabrınız taşmaz mı?

Hiç taşmaz hem de… Bir şey anlatacağım şimdi ve bu anlatacağım bir defa da yaşadığım bir şey değil. İki sene önceydi, Fenerbahçe Ülker Arena'da yanıma biri geldi… 60-65 yaşlarında. Bana dedi ki 'Ben maçlara gelmeye başladığımda sen hakemdin, hala da sen hakemsin!' Bu iyi bir şey mi kötü bir şey mi bilemedim inan, güldüm ne yapayım… Yine geçenlerde Trabzon'daydım… Hakemliği bırakacağımı açıkladıktan sonra ama bu anlatacağım... Tribünde, muhtemelen 40 yaşlarında bir adam, yanında da ufak kızı var. Bana dedi ki 'Hocam, ben çocukken sizi seyrediyordum, hala da sizi seyrediyorum, neden bırakıyorsunuz?'… Ona da dedim ki 'İşte bu yüzden bırakıyorum…' Adam 40'lı yaşlarda, çocukluğundan beri beni izliyormuş… Türk başantrenörlerin çoğu ile aşağı yukarı yaşıtız. 27 senedir hakemlik yaptığım için de şu anda sahadaki oyuncuların çoğu da ben hakemliğe başladığımda henüz doğmamıştı. Dolayısı ile ben bu çocukları genç takım, yıldız takım dönemlerinden tanıyorum zaten. Evladım gibiler, insan evladına kızabilir mi? Bir de şu da var, çocuklar çoğunlukla maçlarda yaşadıkları adrenalin ile verdikleri tepkilerin farkında olmuyorlar. Ben de onların ağabeyi olduğum için alttan alıyorum. Bazen onlara 'Yapmayın böyle' diyorum, bak o zaman yapmıyorlar… Saygı görmek istiyorsanız, saygı göstermek zorundasınız. İlişkiyi bu çerçevede tuttuğunuz zaman hiçbir sorun çıkmıyor… Zaten ben, basketbol ile uğraşıp da kötü insan olanı görmedim. Tabii yeri geldiğinde teknik faul çalıyoruz, neticede kötü sözler, küfürler görmezden gelinmiyor. Yine de sonuçta, ne antrenörler ile ne de oyuncular ile aramızda hiç kötü bir şey olmuyor…
CİHAN
22 Şubat 2016 11:52
DİĞER HABERLER