Bağlamından Kopartılmış Bir Kavram: "Ulü'l Emr"

"Herhangi bir polis ya da asker, hukuk dışı bir emri yerine getiremez, işkence edemez, vuramaz, hakarette bulunamaz. Bunları yapanlar, nasıl olsa bize emir verenler “ulu’l-emirdir” deyip, asla sorumluluktan kurtulamaz."
Prof. Dr. Muhittin AKGÜL | samanyoluhaber.com
Bağlamından Kopartılmış Bir Kavram: "Ulü'l Emr"

İslam Tarihi boyunca, bazı kişi ve toplumlar tarafından zaman zaman bilerek ya da bilmeyerek yanlış yönlere çekilen bir kavram üzerinde, bir köşe yazısına sığacak kadarıyla durmak istiyorum.

Altı bin küsur âyetiyle Kur’ân, Müslümanların inanç, ibadet, hukuk ve ahlak ilkelerini içeren Kutsal kitabıdır. Diğer Mukaddes kitaplarda olduğu gibi, zaman zaman Kur’ân’daki bazı kavramlara da, hem metinsel hem de tarihsel bağlamından kopartılarak yahut parçacı bir yaklaşım sergilenerek yanlış anlamların yüklendiği gözlemlenmektedir. Söz konusu yanlış anlamlandırmalardan biri de “ulü’lemr” kavramıdır. 

Konuyla ilgili kavramın geçtiği âyet, meâlen şöyledir: “Ey iman edenler! Allah’a itaat edin. Resulüne itaat edin ve sizden olan ulü’l-emre de. Eğer Allah’a ve âhirete iman ediyorsanız, hakkında ihtilâfa düştüğünüz meseleyi Allah’a ve Resulüne arz ediniz. Böyle yapmanız hem daha hayırlı, hem de netice bakımından daha güzeldir.” (Nisa 4/59).

Yukarıdaki âyet, ihtilaflı konularda çözümün; Kur’ân ve Sünnet esaslarına göre yapılmasını beyan etmektedir. Bu konuda “ulü’l-emr” makamında olan kişi ve yetkililer, ister idareci, isterse âlim (o konunun uzmanı) olsun, Kur'an ve Sünnet’ten içtihad edebilecek seviyede olması gerektiğini ifade eder. “Ulü’l-emr”, yönetici kişiler olarak kabul edilse bile, ihtilaflı konunun çözümünü -“eğer Allah'a ve âhirete inanıyorsa”- Kur’ân ve Sünnet’e göre yapacağından, her hâlukârda o alanda yetkin olan uzman görüşüne müracaat etmesi gerekir. Eğer “ulü’l-emr” “halife (devlet yöneticisi)” olarak kabul edilecek olursa; Allah (c.c.) “yeryüzünde bir halife yaratacağım” ifadesinde potansiyel olarak insan kabul edilse de, Allah'ın yeryüzündeki gerçek halifeleri nebiler ve zılliyet planında onların vârisi âlimlerdir. Dört halifeden sonra, devlet yöneticilerinin aynı seviyede Kur’ân ve Sünnet’i bilmesi imkân dâhilinde olmayacağından; ihtilafları Kur'an ve Sünnet’e göre çözmek isteyen yöneticiler, mutlaka âlimlere müracaat etmelidirler. Kısaca, “ulü’l-emr” her hâlukârda Kur'an ve Sünnet'e göre içtihad yetkisi olan müçtehid âlimler olduğu anlaşılmaktadır. 

Âyette de açıkça görüldüğü gibi itaat kelimesi iki defa zikredilmekte, Allah ve Peygamber’den sonra üçüncü bir şık olan “ulü’l-emr”e itaatin ölçüsü, “sizden olan”la sınırlandırılmıştır. İlk iki şıkta anlaşılma açısından herhangi bir problem söz konusu değildir. Zira gerçekten inanan bir mü’min, Allah’ın buyurduklarına inanır ve itaat eder. Resûlü’nün sünnetine inanır ve itaat eder. Kaldı ki Resûl hayatta iken, zaman zaman ashap kendisine, peygamber olduğu halde, yaptığı bazı içtihatlarda, şahsi bir görüş olarak mı, yoksa ilahi bir emir gereği mi yaptığını bile sormuşlardır. Ve yine bazı içtihatlarında Allah Teâla, Yüce Elçisi’ni ikaz etmiştir. Konuyla ilgili detaylara tefsir ve hadis külliyatlarından bakılabilir.

Âyette belirtilen “ulü’l-emr’e” itaate gelince, burada mutlak bir itaatın olmadığı zaten âyetin metinsel bağlamından anlaşılmaktadır. “Peki “ulü’l-emre” itaat hangi şart ve kapsamda olmalıdır?” şeklinde bir soru yöneltilirse, buna da İslam Tarihinden pek çok örneğin açıklık getirdiği görülmektedir.

Tefsir literatüründe “ulü’l-emr” kavramına temelde iki anlam yüklenmiştir ki, bunlardan biri siyasi erk ve idareciler, diğeri ise din âlimleridir. Aslında hangi anlamı esas alırsak alalım, ikisinde de yine temel ölçü, itaate davet edilen hususun çerçeve ve mahiyetidir. Zira yönetici de olsa, âlim de olsa, şayet itaat, aklın, ahlakın ve dinin naslarının dışında veya karşısında olan bir konu ise, orada itaat anlamını kaybeder; hatta bırakın itaatin düşmesini, itaat etmek dini açıdan haram kategorisine girer. Zira onlara itaat, itaat edilen şeyin Allah ve Resûlü’nün emirlerine uygunluğuna ve onlarla çelişmemesine göredir. Emredilen şeyde, Allah’a ve Resûlü’ne bir muhalefet söz konusu ise, böylesi bir emir kim tarafından gelirse gelsin, kabul görmez/göremez.

Kaldı ki hayatında iken Hz. Peygamber (s.a.s.) bile hakkında vahiy olmadığı konularda, kendi içtihadıyla verdiği bazı hüküm ve kararlarda zaman zaman uyarılmıştır. Örnek olarak Bedir esirleri, münafıklara savaşa katılmama konusunda verilen izin gibi durumları hatırlayabiliriz. Ancak hayatta iken herhangi bir uyarı yapılmamış Peygamber hükümleri, mutlak itaat içine girmiş olur ki, âyette bu durum açıkça belirtilmiştir.

Allah ve Resûlü’nün dışındaki kimselere gelince, kim olursa olsun ölçü, verdikleri karar/hüküm ya da fetvaların, Allah ve Resûlü’nün beyanlarına uygunluğuna göredir. Nitekim farklı rivayetlerde Hz. Peygamber (s.a.s.) bu duruma dikkatlerimizi çekmiş, idareci veya ulemanın emirlerinin geçerliliğini: “Allah’a isyanda (günah olan bir konuda) başkasına itaat haramdır. İtaat ancak meşrû hususlardadır.” (Buhari, Ahkâm 4; Müslim, İmârat 38) sözüyle kurala bağlamıştır.

Meseleye açıklık getirecek başka bir somut örnek ise şöyledir: Hz. Peygamber (s.a.s.) bir seriye göndermişti. Seriyedekilere, kumandanlarına itaat etmelerini emretmişti. Yolda seriye komutanı, arkadaşlarında hissettiği bir şeyden ötürü, hemen bir ateş yaktırıp, onlara kendilerini ateşe atmalarını emretti. Orada bulunanların bir kısmı “Hemen kendimizi atalım; zira Allah Resûlü mutlak itaati emretti.” dediler. Diğer kısmı ise, “Biz ateşten kurtulmak için Müslüman olduk. Gidip Allah Resûlü'ne (s.a.s) soralım. Eğer bu konuda komutana itaat edilecekse, o zaman kendimizi ateşe atalım.” karşılığını verdiler. Medine’ye döndüklerinde, yolda yaşadıklarını Allah Resûlü’ne intikal ettirdiler. Hz. Peygamber (s.a.s.): “Eğer kendinizi ateşe atsaydınız, ebediyen ondan çıkamazdınız.” (Buhârî, Ahkâm 4; Müslim, imâre 39.) buyurdu. 

Yukarıdaki ölçünün yansımalarını, Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer (r.a.) gibi halifelerde de görürüz. Mesela Hz. Ebûbekir (r.a.) halife seçildiğinde, insanlara okuduğu ilk hutbesinde şunları söylemiştir: 

“Ey insanlar! “Ben sizin en hayırlınız olmadığım halde sizin başınıza halife seçildim. Eğer görevimi gereği gibi yaparsam bana yardımcı olun. İşimi kötü yaparsam beni doğruya yöneltin. Doğruluk güven kaynağı, yalan ise hıyanettir. İçinizdeki güçsüzler, haklarını kendilerine teslim edinceye kadar benim katımda Allah’ın izni ile güçlüdürler. Güçlüleriniz ise, kendilerinden güçsüzlerin haklarını alıncaya kadar benim katımda Allah’ın izni ile zayıftır. Ahlâksızlık bir toplum içinde yaygınsa, Allah onları belaya uğratır. Allah ve Resulü’ne itaat ettiğim sürece siz de bana itaat edin. Allah ve Resulü’ne isyan ettiğimde ise bana itaat etmekle yükümlü değilsiniz.” (İbn Hişâm, es-Sîre en-Nebeviyye, 4/66). 

Benzeri sözleri Hz. Ömer (r.a.) bir hutbesinde şöyle sarf etmiştir: “Ey insanlar! Ben haktan ve adaletten ayrılırsam ne yaparsınız?” diye sormuş; “Şayet eğrilir ve haktan inhiraf edersen, seni kılıçlarımızla doğrulturuz!” cevabını alınca da “Elhamdülillah! Eğrilirsem beni kılıçları ile doğrultacak arkadaşlarım varmış!” (Merâğî, Tefsîru’l-Merâğî, 8/32) diyerek şükürle mukabelede bulunmuştur.

Yukarıdaki örneklerden açıkça görüldüğü üzere, ulema ya da ümeraya mutlak itaat söz konusu olmayıp, itaatin sınırları, verilen emrin mahiyetine bağlanmıştır. Şayet verilen emirler, hukukun dışında ise, emri veren kim olursa olsun o emir itaat dışına atılacak bir emirdir.

Zâlim idarecilere gelince, bunlar Allah'a ve Hz. Peygamber’e (s.a.s.) atıf ile kendilerine itaat etmenin vacip olmasını hak etmekten uzaktırlar. Nitekim Büyük Müfessir Râzî, Allah ve Resûlü’nden sonra toplumsal bir kural halinde kendilerine kesin olarak itaat etmek vacip kılınan emir sahiplerinden maksadın, “erbab-ı hall ü akd” denilen (yani ümmetin ihtilafa düştüğü konularda, onları doğru bir neticeye götüren kimseler) ve ittifakları bütün ümmeti temsil ederek Kur'ân ve Sünnet’ten sonra başlı başına şer’î bir delil meydana getiren icma ehli olması lazım geldiğini belirtir.

Konuyla ilgili olarak Elmalılı Hamdi Yazır da, tıpkı Razi gibi düşünmüş, “herhangi bir konuda böyle bir liyakat ve yeterlilik sahibi olanlar, o işin müçtehidi ve gerçek sahibi ve Allah katında yetkilileridir. Bunun için Allah'a ve Peygamberine müracaat edildiği gibi, burada da Allah'ın Peygamberine ve böyle yetkili kimselere müracaat tavsiye edilerek bunlara da itaat etmenin Peygambere itaat etmeye bağlı olduğu bir daha anlatılmıştır. Bundan dolayıdır ki icma’da geçerli olan görüş, bu gibi yetkili zevatın görüşüdür.” (Elmalılı, Nisa 59. Âyetin tefsirinde) sözleriyle meseleyi pekiştirmiştir. Zaten âyetin sonuna bakıldığında, itaat edilmesi istenen kişilerin, istinbat yeteneğine sahip ulema olduğu açıkça belirtilmiştir.

Klasik dönemden itibaren İslam’da yönetim şekliyle ilgili yazılan bütün eserlerde bu âyet, yönetimle irtibatlandırılarak ele alınmış, ancak onlarda da hiçbir zaman itaatin mutlak olacağı belirtilmemiştir. Aksine yöneten ve idare eden kişinin meşruiyetine dikkat çekilmiş, bu meşruiyet de, dinin koyduğu yasalara uymak, adalet ve hukuktan ayrılmamak ve halka zulmetmemekle kayıt altına alınmıştır. Buna göre devletin halkla yaptığı sözleşme ve biat gereği, halk devlete verdiği sözü tutmalı, ama devlet de vatandaşına verdiği sözde durmalıdır. Devlet adaletten ayrılıp açık zulme yöneldiğinde, devlete itaat düşer; devleti yöneten kişi de görevden alınır. Nitekim Hz. Ali (r.a.), devletin dininin adalet olduğunu belirterek buna vurgu yapmıştır. 

Netice olarak şunu yeniden vurgulamak gerekir ki, itaatin gerekli olduğu kişiler ister âmirler isterse yetkili âlimler olsun, sonuç açısından değişen fazla bir şey olmaz. Aslında ayet’in söz konusu ifadeyi mutlak zikretmesi, idarecinin ilmi yönünün olması, alimin de idareyle ilgili donanımına da bir işaret vardır. Hatta câhil ve ilmi gerçeklikten uzak bir idareci ne kadar tehlikeliyse, bilgi birikimini sosyal ve toplumsal adalet ve hürriyetler konusunda kullanamayan âlimlerin de, aslında câhil kategorisinde değerlendirilmesi gerektiğine de işaret vardır. 

Buna göre âyet, her iki grubu da kast etmiş olabilir ve yerine göre her ikisine de itaat edilebilir. Ancak kabul edilemez kesin bir mesele vardır ki, o da emrin meşruiyet zemininde ve meşru olmasıdır. Meşruiyet zemininde ve meşru olmayan herhangi bir emir, kim tarafından ve nasıl verilirse verilsin, o emir meşru sayılamaz ve yapanları asla sorumluluktan kurtarmaz. Buna göre bir memur, amirinin emri ile rüşvet alsa veya hırsızlık yapsa, sorumluluktan kurtulamaz. Bunu; “âmirin, kanuna aykırı olan emri, memuru sorumluluktan kurtarmaz” diye de ifade edebiliriz.

Herhangi bir bürokrat ya da yargıç, kendisine emredilen gayr-ı hukuki ve kanuni bir emri, yerine getiremez, haksızca bir cezayı kimseye veremez. Herhangi bir polis ya da asker, hukuk dışı bir emri yerine getiremez, işkence edemez, vuramaz, hakarette bulunamaz. Bunları yapanlar, nasıl olsa bize emir verenler “ulu’l-emirdir” deyip, asla sorumluluktan kurtulamaz. Yaptıklarının hukuki cezasını hem dünya ve hem de âhirette mutlaka çeker.

Dolaylı olarak da söz konusu ayet, hem idarecilere hem de toplumdaki âlim ve entelektüellerin omuzuna ciddi bir sorumluluk yüklemiştir. Topluma hizmet düşüncesini vicdanlarında duyamayan kimselerden, ne idareci ne de ilim adamı olamaz. Bu kriterler çerçevesinde, bir günde 150 bin kişiyi işinden eden, 1 milyon kişilik terör örgütü yaftasıyla ülkeyi açık hapishaneye çekenlerin idareciliğiyle, kundaktaki bebeklerin bile hapishaneyle tanışmasını onaylayan bir yapıda lâl kesilen ulemânın, Kur’ânî ulü’l-emr ifadesinden ne kadar uzak olduğu da herhalde tartışmaya bile gerek kalmayacak kadar açıktır. Zulmün tecessüm etmiş şeklini, ümmetin lideri gibi gören zihin dünyasına da zaten diyecek bir şey olmasa gerektir.

https://twitter.com/muhittinakgul
13 Şubat 2021 11:45
DİĞER HABERLER