[Harun Tokak] Kullarıma Hizmet Edin

Samanyoluhaber.com yazarı Harun Tokak'ın pazar yazısı
HARUN TOKAK 



Yağmurlu bir bir hazar akşamıydı.
Türkmen-Türk okullarının mezuniyet töreni vardı.
Türkmen öğrenci, “Köyümün Yağmurları”nı söylüyordu.
Şehrin valisi bir gencin elinden sıkıca tutarak,
“Bu Cemil Bey benim kardeşim! Bu, bana bir yıl önce kadar kaybettiğim evladımın acılarını unutturdu, yüreğimde yanan korları küllendirdi.” diyordu. 
Okulun müdürü olan Cemil Bey uzun boylu, esmer güzeli, vakur bir gençti.
Bakışları derindi.
İçim ısınmıştı bu gence.
Daha sonraları onun, ölümün kol gezdiği Afganistan’a gittiğini öğrendim.
15 Temmuz’dan sonra da ülkesinde tutuklandığını duymuştum.
Geçen gün taş duvarlar arasında yazdığı kitaplarını göndermiş bana.
Bugünlerde hapishanelerde yazılan o kadar çok kitap yayınlanıyor ki yeni bir “hapishane edebiyatı” doğuyor.
Cemil Öğretmen hatıratında Türkmenistan’a özel bir bölüm ayırmış.
 “Önden giden atlıların her biri bir ülkeye koşarken benim de nasibime Horasan toprakları düştü.” Diye başlıyor hatıratına.
Elimizdeki valizlerle Hazar’ın kıyısındaki Krasnovodsk şehrine vardığımızda Türkmenler bizi yüz yıllık hasret ve özlemle karşıladı.
Yöresel kıyafetli kızlarımız zarif elleriyle somun ve tuz ikram ettiler.
Açılış günü okulun bahçesi çok kalabalıktı.
Bir Türkmen kızı, Türk bayrağını alışık hareketlerle açtı, bir oğlan çocuğu da Türkmen bayrağını eline aldı. Bayraklar nazlı nazlı yükselmeye başladılar. Gökyüzünde mavi ile kırmızının dansı başladı.
Bir anda havaya; güneşin doğuşu, dünyayı aydınlatışı gibi hoş bir ferahlık yayıldı. 
Uyuyan çölün uyandığını hissetti kalbim.  
Vali Bey güzel bir konuşma yaptı.
‘Türk kardeşlerimiz buralara gelerek okul açtılar. Bu tarihi bir olaydır. Onlar bizi unutmamışlar.
Horasan topraklarına yeni bir güneş doğuyor. Bu güneş tüm dünyayı sonsuza dek aydınlatacak…’
Öyle sanıyordum ki herkesin ruhunda hoş, ferah ve ümitli bir geleceğin hayali uyanmıştı. Ağlamamak için kendimi zor tutuyordum.
 Dupduru akan bir nehir gibi öğrenciler sınıflarına akmaya başladılar.
Vali Bey’in eşi Rosa Hanım okul aile birliği başkanımız oldu. 
Bir gün Vali Bey ve Rosa Hanım Aşkabat’a gittiler. 
Bir kaç gün sonra oğullarının düğünü olacaktı.
Bir sabah şehir acı bir haberle sarsıldı.
‘Vali Bey’in oğlu ölmüş.’
Uçakla Aşkabat’a gittim.
Kadınlar çadırındaki feryatlar, harı yüksek ateş gibi duman duman göğe yükseliyordu.
Erkekler çadırı daha sakindi.
Çünkü erkeklerin ağlaması Türkmen töresine göre yasaktı.  
Vali Bey’in durumu çok kötüydü. Sanki oğluyla birlikte kabre girmişti. 
Taziye için kurulan çadırda Kur’an okudum. Dilimin döndüğünce bir şeyler anlatmaya çalıştım.
Vali Bey, ‘kadınlar çadırına da geçsek onlara da bir şeyler anlatsan.’ dedi.
Rosa Hanım’ın ağlamaktan gözleri kan çanağı gibiydi. Hıçkırıkları çadırın direğini sarsıyordu.
Gelin hanımın da deliye dönmüştü. Ne dediğini bilmiyor, kendini yerden yere atıyordu.
Yedi gün boyunca onlarla birlikte oldum. 
Dönüş yolunda Vali Bey, ‘Sevgili Cemil kardeşim!’ dedi. ‘Anlattığın bütün dini tavsiye ve tesellilerle rahatladık, hafifledik. Bu doğrudur. Lakin, ben Moskova’da tahsil gördüm. Sosyalizmi ve onun temeli olan Tanrı kabul etmezliği fikir ve hayat prensibi olarak benimsediğimi biliyorsun. Sosyalizmin fikir dünyasında din, uyuşturucu bir esrardır diye bilinir. 
Ama senin anlattıklarından sonra içimde dini konulara karşı bir merak uyandı. Akşamları ben genelde evde olurum. Sen, eşini ve çocuklarını al gel. Ben sorular sorarım, sen de cevaplarsın. Yalnız Kur’an’dan, peygamberlerden nakil istemem, pozitif bilimlerden cevap isterim.’ 
Daha ilk gece, ‘Cemil Bey!’ dedi. ‘Söyle bakalım, cennete kim gitmiş de görmüş?’
İlk salvo gelmişti. 
‘Neyse, geçelim bu konuları, çayımızı içelim.’ dedi.
Yaratıcı’dan başlamamız gerektiğini anladım.
Böylece Vali Bey’in özel rezidansında hemen her akşam yeni bir dünya kurulmaya başladı.
Güzel ve soylu insanların dünyasıydı bu.
Geceler boyunca Risale-i Nurlardan Yaratıcı’nın varlığını anlatan bölümlerden okudum, anlattım.
Üstad Bediuzzaman’ın örnekleri ona çok orijinal geliyordu.
‘Sokakları aydınlatan lambaların bir mimarı, mühendisi olur da güneşin, ayın, yıldızların olmaz mı?’
Güneşin doğuşu öncesi, saniye saniye sabaha yürüyen doğu yakası gibi Vali Bey’in ve evdekilerin yüzü her geçen gün biraz daha aydınlanıyordu.
Bir keresinde ‘Artık ben, Allah’a inanıyorum.’ dedi.
‘Peki.’ dedim. ‘Senin inandığın Yaratıcı’nın her şeye gücü yeter mi?’ 
‘Kudreti, sonsuz olmayan Yaratıcı olamaz.’ dedi.
‘Peki, baharı yaratmaya gücü yeten cenneti yaratamaz mı?’
‘Yaratır.’ dedi. 
Gözleri dolu dolu oldu. Kalktı beni kucakladı. ‘Beni kör ve karanlık kuyulardan aldın.’ dedi.
Bir gün Özbekistan’dan iki misafir geldi.
Biri iş adamı diğeri öğretmendi.
Öğretmenin Bakü’ye tayini çıkmıştı.
Sonraki gün, sabah iş adamı ‘Bizi limana götürür müsün.’ dedi.
‘Bugün gemi yok’ dedim. “Vizeniz de yok”
‘Olsun, sen bizi götür.’ 
Götürdüm. 
Limanda yanımıza üniformalı birisi geldi.
‘Oo, Cemil Bey! Sizi burada görmek ne büyük mutluluk.’ dedi.
Ben adamı tanımıyordum.
‘Ben bu limanın komutanıyım. Senin taziye çadırındaki konuşmalarını dinledim, çok etkilendim.’
Yanımdaki misafirleri tanıttım. 
‘Biraz sonra özel bir gemi gelecek. Ben ona bindiririm, vizelerini de hallederim.’ dedi.
Aman Allah’ım, neler oluyordu?
Misafirleri biraz sonra gelen gemiye doğru götürürken iş adamına, ‘Nasıl oldu bu iş?’ dedim.
‘Gece Resulullah’ı gördüm rüyamda. Yarın Bakü’ye gideceksiniz.’ dedi.
Rosa Hanım bir gün bana, ‘Cemil oğlum!’ dedi. ‘Ben, kırk sekiz yaşındayım ve namaza başladım. En az otuz beş yıldır kılmadığım namazlar, tutmadığım oruçlar var. Bu namaz ve oruç borçlarımın hepsini bir deftere çizelge yaparak yazdım. Bazı geceler 200 rekât namaz kılıyorum, gündüzleri oruç tutuyorum. Tamamlamaya ömrüm yetmezse Rabbime bu defteri gösterip ‘İşte Yarabbi! Ben borcumu ödeyecektim ama ömrüm yetmedi, sen borçlarımı ödenmiş kabul et.’ diyeceğim.’
Aman Allah’ım! Kısa sürede bu insanlar nasıl böyle mesafeler kat etmişlerdi.
Rosa Hanım’ın evi Kuran öğrenmek isteyen kadınlar, kızlarla dolup boşalıyor, bir arı kovanı gibi çalışıyordu.
Bir gün odamda oturuyordum. Rosa Hanım geldi.
Çantasını açtı ve içinden bir mektup çıkardı.
Okumaya başladı.
“Sevgili ve hürmetli, Türkmen-Türk Koleji’nin öğretmenleri! Bizler yıllarca, Rus kültürünü modern kültür olarak görüp ona yöneldik. Kendi tarihî kültürümüzü ise gericilik ve çağ dışı görerek terk ettik. Zaman içerisinde bay bayan, çoluk çocuk alkol kullanır olduk. Dinimizin esaslarını ise yetersiz din adamlarından öğrendiğimizden kadını çok aşağılayan, hatta insan yerine koymayan ifadelerine şahit olduk. Onların bu bilgisizce ifadeleri ile Allah’tan daha da uzaklaştık. Sizleri hem inançlı hem modern hem de örnek alınabilecek güzel ahlaklı insanlar olarak tanıdık. Ben, arzu ediyordum ki sizleri keşke evimin içerisinde misafir etsem de gece gündüz istifade etsem. Karanlık bir gecede fırtınalı bir denizde akıbeti belli olamayan bir yolculuktaydık. Sizler, ışığı ile yürekleri ısıtan bir deniz feneri gibi oldunuz bize.
Eğitim faaliyetlerinizin dünyanın birçok yerinde de olduğunu biliyorum. Günlerce düşündüm.  ‘Bu binlerce öğretmen, anne babalarını, sevdiklerini vatanlarını terk ederek Orta Asya’nın çöllerine, mahrumiyet bölgelerine nasıl gelebiliyorlar acaba? Herhâlde bunlara çok para veriyorlardır.’ dedim. Ama öğretmenlerin evlerine gittiğimde ne ev eşyaları vardı ne de doğru dürüst yiyecek bir şeyleri. Onların bu fedakarlıklarının Yaratıcı’ya olan iman ve inançlarından olduğunu anladım.
Sizler Allah katında çok yüksek mertebelerin insanları olmalısınız. Sizleri yetiştirenler, Allah’ın büyük evliya kulları olsa gerektir. 
Sizleri, bizlere bağışlayan yüce Yaratıcıya şükranlarımı sunuyorum…’ 
Mektubu okurken Rosa Hanım’ın gözleri taşkın pınarlar gibi doldu.
Ben de çok duygulandım.
Bir zaman sonra şehirde valinin kızı Yasemin’le Mahmut Öğretmen’imizin aşkı konuşulmaya başladı.
Biz de gidip Yasemin’i istedik.
Görkemli bir düğün oldu. 
Bir sabah okula giderken Rosa Hanım’la karşılaştım. İki elinde de ağır poşetler vardı.
‘Rosa Ecem! Hayrola, nereye gidiyorsun böyle?’ dedim.
Gülümseyerek ‘Gel, beraber gidelim.’ dedi.
Kenar mahallerinin birindeki zemin katın zilini çaldı
Kapıyı bir kadın açtı. Rosa Hanım’ı görünce sevinçle sarıldı. 
İçerisi oldukça fakir ve bakımsızdı. 
Bir köşedeki yer yatağında sekseninde yatalak bir kadın yatıyordu. Odanın ortasında ise yerde sürünerek gezen, biri kız diğeri erkek, 20-30 yaşlarında, spastik özürlü, elleri ayakları eğrilmiş, başları ve gözleri farklı yönlere bakan iki genç vardı. 
Baba, yıllar önce vefat etmiş.
Rosa Hanım ‘Cemil oğul! Bu bayana az mesai, tam maaş bir iş lazım.’ dedi.
‘Yarın okulumuzda başlayabilir.’ dedim. 
Bir sonraki durağımız prefabrik bir evdi. 
Çöl sıcağı sabahtan kendisini hissettirmeye başlamıştı.
Rosa Hanım kapının önündeki paspasın altından aldığı bir anahtarla kapıyı açtı. Koridorun sonundaki odaya doğru yürüdük. Kanepenin üzerinde, yorganına sarılmış bir ihtiyar yatıyordu. 
Oda çok kötü kokuyordu. Rosa Hanım hemen yatağın yan tarafında bulunan, plastik bir kutuyu alarak tuvalete götürüp döktü. Plastik kutuyu yıkayarak tekrar getirip kanepenin yanına koydu. Sonra elindeki poşetten çıkardığı yemeklerden yaşlı adama yedirmeye başladı. Doyduğu anlaşılınca ağzını kapatmaya, başını sağa sola çevirmeye başladı. Rosa Hanım adamın ağzını ve yüzünü ıslak bezle sildi. 
Bir vali eşinin hiç yüksünmeden bu işleri yapması beni çok etkiledi.
Dünyanın bir yerlerinde hala güzel insanlar vardı.
O an, sanki göklerden bir ses geldi kulağıma;
‘Bu sevgili kullarıma hizmet edin! Çünkü bu insanlar, her türlü hizmet edilmeye layık kıymetli kullardır.’

24 Aralık 2023 15:21
DİĞER HABERLER