Hasretine Alışamadık
Güz rüzgarları ile aramızdan ayrılalı tam bir yıl oldu.
Koca bir yıl.
O bizim Kutup Yıldızımızdı.
Okumak için köyden şehre geldiğimizde ülkemizde neler olup bittiğini tam olarak anlamasak da karanlığa kandil yakan yüce ruhları yakından takip ediyorduk. Bediüzzamanlar, Süleyman Hilmi Tunahanlar, Mehmet Zahit Kotkular ve daha niceleri... Füsûnlu ışıklar gibi en karanlık gecelerin bağrından fışkıran bu aydınlık insanlar, akıp giden yıllar içinde yeniden doğuşun ihtişamlı destanını o sessiz çığlıkları ile yazmaya çalışmışlardı. Sıradağlar gibi her zaman tipiye, borana meydan okuyan bu fecir süvarileri, sürekli karla buzla savaşmış ve her mevsim meyve vermenin sırrını keşfederek şartlar ne olursa olsun hep gül yetiştirme gayreti içinde olmuşlardı.
Necip Fazıl, Hekimoğlu İsmail, Şule Yüksel Şenler gibi idealist insanlar kitaplarla, konferanslarla karanlıklara ışık yakmaya çalışıyorlardı.
Ama o günlerde en gür ses İzmir taraflarından geliyordu.
O ses, asrın Kutup Yıldızı Fethullah Gülen Hocaefendi’nin sesiydi.
O ses susalı tam bir yıl oldu.
Koca bir yıl.
İnsanlığın ilk dönemlerinde yolcular; vahşi dağlarda, ıssız yollarda, tenha çöllerde, derin vadilerde güzergâhı kaybetmemek için gökyüzüne bakarlarmış. Gemiciler, uçsuz bucaksız denizlerde ve okyanuslarda fırtınanın çıktığı, denizin köpük köpük öfkelendiği, bardaktan boşanırcasına yağan yağmurların insana düşman gibi göründüğü zamanlarda rotayı kaybetmemek için de aynı şeyi yaparlarmış. Zira gökyüzünde bir kandil gibi asılı duran Kutup Yıldızı onlara hep gülümser, umut taşır, yol gösterirmiş.
Biz, Kutup Yıldızımızın hep yol göstermesini, hep gülümsemesini sevdik.
Yeni bir diriliş destanın ilk havaî fişekleri olan, Anadolu’yu ses ve ışık şehrayinine dönüştüren, gözyaşları içinde yaptığı ateşin vaazları sevdik. Yahya Efendi Dergâhı’ndaki “Ya Rasulallah, allı alalı atını hicaz çöllerinde gezdirdiğin yeter; biraz da Anadolu’ya sür.” Deyişini sevdik.
“Neredesin ey esatirî yiğidim, billahi çok bunaldık!” feryadını sevdik.
Köylerden, kasabalardan şehre gelen çocuklara sahip çıkarak onlarla yeni bir sevgi medeniyetini inşa edişini, bereket ipleriyle gergef gergef nakşedişini sevdik.
Kara, buza aldırmadan hep gül yetiştirmesini, gül türküleri söylemesini sevdik.
Bakışıyla bereketli topraklara can olan yağmur gözlerini sevdik.
En şiddetli fırtınalarda, katran rengi gecelerde sönmeyen bir umut ışığı olmasını sevdik.
Her sohbetinde “Sohbet-i Canan… Sohbet-i Canan…” deyişini, nihavent makamında okuduğu Kur’an’larla kıldırdığı namazları sevdik.
Zamanın billur bir nehir gibi aktığı destansı kamplarda çadırları kuran, yemeği yapan, yaz güneşinin altında terleye terleye kuyunun çamurunu temizleyen fedakarlığını sevdik.
Bir iş adamının ‘’Değer mi bu bir avuç çocuk için bunca zahmete?’’ dediğinde, “Geleceğin dünyasını bu çocuklar kuracak.” sözlerini , ufukları kucaklayan umutlarını sevdik.
Öğrencinin yemeğini yemeyen, sabununa elini sürmeyen, kılı kırk yaran hassasiyetini sevdik.
Üç Şerefeli Cami’nin penceresinde yatışını, Tahta Kulübe’de kalışını sevdik.
Savcı ev adresini sorduğunda, “Evim olmadı ki adresim olsun.” deyişini sevdik.
Narlıdere Askerî Hapishanesi’nde taş duvarların arkasında yazdığı, taş yürekleri bile eriten “Gözyaşları” yazısını sevdik.
1980 darbesinde Sefiller’deki Jean Valjean gibi köşe bucak aranırken, benim gibi askerlik yapan bütün öğrencilerini il il dolaşarak, garnizonlara kadar gelerek ziyaret edişini, onlara harçlık verişini, dillere destan vefasını sevdik.
Burdur’da birlikte yakalandığımızda, polislerin böğrüne silahı dayayıp “Komünistlerden daha kötüsün… Seni konuşturmasını biliriz… Aslında seni alırken öldürecektik, ama etraf kalabalıktı…” tehditleri karşısında,
“Siz emniyetten, asayişten bahsediyorsunuz. Eğer sizin elliniz kadar bu milletin asayişine hizmet etmemişsem, kendimi aşağı atarım.” diyerek aslanlar gibi kükreyişini sevdik.
Özgürlüğüne kavuşur kavuşmaz Sevgili’nin Köyü’ne koşmuş ve orda iken yeniden hakkında arama kararı çıkartılmıştı.
Medine’deki dostları “Bundan sonraki hayatınızı Rasulullah’ın (s.a.v.) komşuluğunda geçirseniz iyi olur.” dediklerinde;
“Boyunduruk Anadolu’da düştü. Bir yolunu bularak gitmem lazım.” deyişini sevdik.
Sıcak bir sonbahar gecesi Suriye’den sırt çantalı rehberler eşliğinde, ölümün pusu kurduğu yollardan, dar geçitlerden, Hayber Kalesi gibi labirentlerden geçerek ülkesine gelişini, Anadolu sevdasını sevdik.
1990’lı yılların başlarında Yamanlar Koleji’nin beşinci katında takkenin içinden çekilen kuralardan sonra;
“Asya bizim sevdamızdır. On üç yaşımdan beri hep Asya’yı hayal ettim... Onu o kadar çok düşündüm ki Allah’ın izniyle zamanla bana açıldı sırrı. Ben durumu Efendimiz’in (s.a.v.) bir müjdesi ve emri olarak algılıyorum.
Küçük Asya bir yönüyle Büyük Asya’ya medyundur. Zira Büyük Asya onu besleyip büyütmüş ve Anadolu’ya askerliğe göndermiştir. Yıllar önce Ahmet Yesevi’nin, Şah-ı Nakşibendî’nin talebeleri nasıl Anadolu’ya koşmuşlarsa, şimdi de Anadolu’nun bereketli topraklarından kopan sizler, Büyük Asya topraklarına doğru koşmalısınız. Tarihî bir vefa borcunu ödeme vaktidir.”
Asya baharını hazırlayan, karanlık bozkırlara ışık düşüren, yeni bir baharın kapılarını aralayan bu tarihî kararını ve kararlılığını sevdik.
Havariler, Hazreti İsa’ya:
“Biz sana yetişemiyoruz, ey Allah’ın Peygamberi. Neden bu kadar hızlı yürüyorsun?” dediklerinde, o Büyük Peygamber “Yapılacak iş çok, zaman dar.” demişti.
Hocaefendi de dur durak bilmeyen bir küheylandı.
1992 Nisan’ında İstanbul’dan New York’a giden uçakla Yeni Dünya ‘nın keşfine çıktı. Otuz beş günde yirmi beş eyaleti dolaştı. Ahir zaman insanının problemlerini yerinde gördü. O günlerde tedavi için Amerika’da bulunan Özal’ı hastanede ziyaret etti.
Kanada’ya geçti. Los Angeles’tan kalkan uçakla Avustralya’ya gitti. Yaklaşık otuz beş günlük Amerika, Kanada ve Avustralya gezisinden sonra Avrupa’ya uğradı
Brüksel, Hollanda ve Almanya’da da iki gün kaldıktan sonra, “Buralarda adın yeteri kadar anılmıyor Ya Rasulallah!” diyerek, kalbi buruk olarak Türkiye’ye döndü.
Abdullah Aymaz, İsmail Büyükçelebi, Mehmet Ali Şengül, Naci Tosun gibi sadık talebelerini Yamanlar Koleji‘nin üst katında toplayarak “Ben sizi dünyaya dağıtmak istiyorum.” dedi.
Büyük fırtınaların yönünü kelebeklerin kanat çırpışları belirlermiş.
Biz onun dünyaya sığmayan hayallerini sevdik.
Kudretli yüzünü, ruhunun asilliğini ve yüreğinin güçlülüğünü sevdik.
Bosna’da kanlı ve kirli bir savaş bütün dehşetiyle sürerken, yuvalar paramparça olurken, yetim kalan çocukların ve çaresiz kadınların gözyaşlarını görünce;
“Gidelim oralara, okullar yapalım, eğitim ve öğretime başlayalım.
Buralara ‘Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin okulları’ desinler. Sonrasını onlar düşünsün! Şayet oradaki okullarımız isabet alır, yerle bir olursa biz de koparacağımız vaveylalarla bütün dünyayı ayağa kaldırırız.” dedi.
Osmanlı’nın nazlı gelini Bosna sevdasını, bir zamanlar atalarımızın at koşturduğu Balkanlar’a olan vefasını sevdik.
Kara Kıta’nın siyah incilerine umut oluşunu sevdik.
Türkiye’nin bütün renklerini buluşturduğu iftar sofralarını sevdik.
Toktamış Ateş’le el ele tutuşmasını, Cem Karaca’yla göz göze gelişini, Hoşgörü Geceleri’ni sevdik.
Dev dalgalardan güvenli bir limana koşan gemiler gibi, sanatçısından, gazetecisine, iş adamından milletvekiline, patriğinden hahambaşısına, her daim nazlı nazlı gelip gidenlerin eksik olmadığı; koridorlarında püfür püfür cennet esintilerinin dolaştığı Beşinci Kat’ları sevdik.
Bir toplantı için gittiği Erzurum’da birkaç kişiye özel bir sofra serilip de arkadaşlarını göremeyince,
“Ben arkadaşlarımdan ayrı yemek yemem. Arkadaşlarımı almadan cennete bile girmem.’’ deyişini, dava arkadaşlarına vefasını sevdik.
Yaptığı son toplantılardan birinde bacılarımız salondan ayrılırken, yanındakilere; ‘’Ben bütün hayatımı bunlar için yaşadım.” deyişini,
Allah’a ve insanlığa adanışını sevdik.
Her bir şeyin ‘veda veda’ diye haykırdığı son günlerinde, dünyanın dört bir yanından gelen, hizmetlerimize omuz veren arkadaşlarımıza, “Ben, hayatı sizler için yaşadım, kendim için değil. Hepiniz buradasınız. Hiç eksik yok. Güzel işler yapıyorsunuz. Hep böyle devam edin. Saflarınızı sık tutun. Benim beynim volkan gibi kaynıyor. Çok hastayım. Hakkınızı helal edin.”
Deyişini, helalleşmesini, veda busesi gibi sözlerini sevdik.
Rüyalarda dirilip gelişini,
“Hiç durmayın, küheylanlar gibi koşun!’’ deyişini sevdik.
Bir gün ülkesine döner diye hep yollarını gözledik.
Adını koyduğu çocuklar ellerinde güllerle yollara döküldüler.
‘’Yol kenarlarındaki kahvelerini bile özledim.’’ dediği ülkesine bir daha dönemedi.
Medrese-i Yusufiye’den gelen bir mektubta,”Ben senin bir gününe bütün ömrümü veririm.” yazıyordu.
Bu sözler karşısında çok duygulandı.
Yağmur gözlerinden gül yanaklarına jaleler düşerken dilinden şu sözler döküldü;
“Ben her biriniz için ömrümü veririm.”
Verilen ömürler yetmedi.
Ve bir güz rüzgârları ile ayrıldı aramızdan.
Sonsuzluğun Sahibi’ne yürüdü.
O bizim mor dağlarımızın maralıydı.
Gitti gelmez bahar yeli.
O gün bugün günlerimiz hep mahzun ve kederli.
Tam bir yıl oldu.
Koca bir yıl
Ne yapalım.
Bu bizim elimizde değil.
Hasretine alışamadık.