'Kur’an ve iman nesli yetiştiriyoruz' diyerek herkesten önce kendimizi kandırıyoruz

Çoğumuz “Kur’an ve iman nesli yetiştiriyoruz” diyerek herkesten önce kendimizi kandırıyoruz

Minareyi kimin çaldığını herkes biliyor, ama korkudan söyleyemiyor. Elazığ’da yaşanan iki elim intihar hadisesi bu vahim durumun son örnekleri oldu. Yazıma çocukları genç yaşta intihar eden ailelerin affına sığınarak başlamak istiyorum. Niyetim bu intiharlar üzerinden ne ajitasyon yaparak büyük acı yaşayan aileleri daha da üzmek ne de birilerini sigaya çekmek. Tek amacım bu elim hadiselerin nedenlerini irdelemek ve arka planında hangi sebeplerin yattığı üzerinde durarak bir özeleştiri yapmak.

Enes Kara kardeşimizin intihar ederek hayatına son vermesi medyada büyük bir gündem olurken 5 yıldır Elazığ Cezaevi’nde haksız yere hapis yatan bir KHK’lı öğretmenin 16 yaşındaki oğlu Bahadır Odabaşı’nın sürecin yol açtığı ağır psikolojik sorunlardan dolayı intihar etmesi ne gündem olabildi ne de bu vahim olayı kimse umursadı. Böylesine derin bir çifte standardın yaşandığı, en büyük acıların bile ideolojik amaçlarla hunharca araçsallaştırıldığı bir toplumun sağlıklı olduğunu ve gelecek nesiller için iyi bir örnek oluşturduğunu kim iddia edebilir? Yerli yersiz buldukları her fırsatta Batı’nın çifte standartlı olduğundan dem vuranlar dönüp vicdan aynasında biraz da kendilerine baksalar hiç fena olmaz. 

Öte yandan, benzerlerini yüzlerce, binlerce defa tecrübe ettiğimiz bu çifte standart maalesef ilk olmadığı gibi sonda olmayacak. Cahilin alimi, mücrimin masumu, hırsızın ev sahibini yargıladığı bir toplum ve ülkeden başka ne beklenebilir ki? Aralarında yüzlerce bebeğin, binlerce annenin de bulunduğu on binlerce masum insanın hiçbir reel hukuki gerekçe olmaksızın hapislere tıkıldığını bildiğimiz halde tek kelime etmememizi hangi insanlıkla, hangi Müslümanlıkla tevil edebiliriz ki? Olay esnasında 13-15 yaşlarındaki yüzlerce askeri öğrenci ve birkaç haftalık erler bile darbecilikle suçlanıp zindanlara atılırken başlarındaki subayların generalliğe ve hatta bakanlığa terfi ettirilmesinin vicdanla, insanlıkla, hakla hukukla nasıl bir alakası olabilir?

Bizler kendi geri kalmışlığımız içinde sürünürken o çok eleştirdiğimiz Batı neden ilerledi biliyor musunuz, gözlerinin önünde cereyan eden haksızlıkları, zulümleri ve aleni hak gasplarını görmezlikten gelip susmadıkları için. “Zalim bizdense ben bizden değilim” diyebildikleri için. Akıllarını kullanıp her duyduklarına inanmadıkları, olay ve olguların arkasındaki sebepleri irdeleyip sürü mantığıyla hareket etmedikleri için. Hakkı cesaretle ve gür bir sedayla seslendirdikleri için. Çünkü biliyorlardı ki, korkunun hak ve doğruyu söylemenin önüne geçtiği zamanlarda ve toplumlarda hakimiyet ancak zulmün ve zulmetin olur. Cesaretin yerini korkunun, hak ve doğruluğun yerini menfaatin ve makam sevdasının aldığı toplumlarda ise ne nifak ne kaos ne de çatışma eksik olur. Aydınların menfaatperestliği, sözde alimlerin mürailiği, kanaat önderlerinin ilkesizliği, topyekûn toplumun suskunluğu ve korkuları zalimin gıdası, zulmün motorudur. Refah, huzur, barış ve mutluluksa ancak hak ve doğrunun hiçbir ayrım gözetmeksizin kollektif olarak savunulduğu toplumların hakkedilmiş bir karakteridir.

Ortadoğu toplumlarının resmî dini nifak, Batı ülkelerinde haksızlık karşısında susan dilsiz şeytan

Biliyoruz ki, erdemini yitirmiş topluluklarda menfaatle sarmalanmış korkular katman katmandır. Bu korkular kişilerin sosyal statüsüne, mesleklerine ve konumlarına göre farklı şekillerde tezahür eder. Mesela, mesleğinin gerektirdiği izzetten mahrum hâkimin korkusu, makam sevdasından neşet eder ve makamını korumak uğruna hakka, hukuka göre değil egemen zihniyetin arzularına göre hüküm vermek şeklinde ortaya çıkar. Vicdanı sakatlanmış ilkesiz alimde ise korku, hakka göre değil, sulta sahibi kimlerse onların keyfine göre fetva vermesi şeklinde ortaya çıkar. Diğer tüm sosyal katmanlar ve meslek gruplarını da bu örneklerle kıyaslayabilirsiniz. Menfaat şehveti, makam sevdası ve onu kaybetme korkusu doğruları söylemenin ve haktan yana tavır almanın önündeki en büyük engeldir. Tek adam sultalarını tarihe gömen demokratik Batı ülkelerinde müesses hale gelmiş olan fikir ve ifade özgürlüğü kitlelerin haksızlıklar karşısında susan dilsiz şeytanlar olmasının önüne geçerken, ikiyüzlü mürailer durumuna düşmelerine engel oluyor. İşte bu yüzden zalim tek adam rejimleri önce fikir ve ifade özgürlüğünün ocağına incir ağacı dikiyor, basın ve ifade özgürlüğünü yok ediyor. Yalanlarla, nefret söylemleriyle dolu propagandalarla halkı kutuplara ayırıp düşmanlıkları ve nifakı besliyor. Nesillerdir bu belalardan mustarip Ortadoğu toplumlarının resmî dininin nifak olması boşuna değildir.

Çocuklarımızı bugüne ve kendimizin ihtiyaçlarına göre mi yoksa geleceğin ve kendilerinin duyacağı ihtiyaçlara göre mi yetiştireceğiz 

Şüphesiz hak ve özgürlüklere olduğu kadar çevremizde yaşanan mağduriyetlere duyarlılık düzeyimizin aldığımız eğitimle de yakından alakası bulunmaktadır. Bu noktada verilecek eğitimin çıtasının ne olması gerektiği gibi bir soru ortaya çıkıyor. İletişim imkanlarının ve teknolojik gelişmelerin baş döndürdüğü küreselleşmiş bir dünyada “yerli ve milli” hamasetleriyle miadını doldurmuş arkaik bir eğitimi her bünyeye iyi gelen efsunlu bir ilaçmışçasına vermenin artık bir alemi yoktur. Ama ne yazık ki, hakiki bir eğitimin zihnin ve ülkenin sınırlarını aşar nitelikte olması gerektiği gerçeği anlaşılıncaya kadar bu iş, hep böyle kör ve topal devam edecek. Hz. Ali’nin (r. a.) değindiği gibi çocuklarımızı bugüne ve kendimizin ihtiyaçlarına göre mi yoksa geleceğin ve kendilerinin duyacağı ihtiyaçlara göre mi yetiştireceğiz sorusu önemli bir konudur. Oysa, Müslüman Doğu toplumları eğitim yoluyla yarının bilgisini genç nesillere nasıl verebileceğinin yollarını aramak yerine çocuklarını geçmişin kalıplarına sokmakta inat ediyor. Bu durum asıl eğitilmesi gerekenlerin çocuklardan önce yetişkinler olduğu gerçeğini gözlerimize sokuyor. Böyle bir eğitimin de tekrarlaya geldiğimiz ezberlerden yakamızı kurtarmadan gerçekleşemeyeceğinden peşinen emin olabiliriz. Bu yüzden fikir dünyamızı ve düşünme şeklimizi çağdaş ilmi hakikatlerin ve bilimsel metotların ışığında yeniden gözden ve hatta elden geçirmemiz elzem gözüküyor.

Eğitim sistemlerinin varisi sanki biz değilmişiz gibi kesif bir bağnazlık ve cehalet denizinde sürükleniyoruz

Eğitimde olmaması gereken bir şey varsa o da aşırı ısrar, yer yer şiddete varan baskı ve dayatmadır. Bunlar eğitimin ruhuna ters davranışlardır. Öte yandan, değerler eğitiminde anne-baba ve öğretmenlerde temsil keyfiyeti öne çıkmadığı sürece sağlıklı ve başarılı bir eğitimden bahsetmemiz de mümkün değildir. Çoğumuz “Kur’an ve iman nesli yetiştiriyoruz”diyerek herkesten önce kendimizi kandırıyoruz. Bu iddiamızda doğruysak şayet o zaman toplum hayatında biten bu zakkum tohumları da neyin nesi? Maalesef, bu konudaki savımız gerçek değil. Talim ve terbiyenin keyfiyeti konusunda ne Kur’anî ilkeleri dikkate aldığımız var ne de ana gayesinin güzel ahlakı tamamlamak olduğunu söyleyen Hz. Peygamberin’in (s.a.v) bu konuda salık verdiği metotları. Hz. Lokman’ın (a. s) ve Hz. Yakub’un (a.s) çocuklarına öğütlerinin muhatabı, belli bir dönem (9. ve 10. asırlar) dünyaya ışık salan eğitim sistemlerinin varisi sanki biz değilmişiz gibi kesif bir bağnazlık ve cehalet denizinde sürükleniyoruz. Dahası Müslümanlığı falanca siyasi partilere karşı filanca partiyi iktidar yapmaktan ibaret sanıyoruz. Oysaki ne din ne Kur’an ne de Peygamber değer yoksunu muhteris bir zümre iktidar olsun, saltanat kursun diye gönderilmedi. Hesaplarının çetin olacağından şüphe duymadığımız dini mukaddesleri iktidar yolunda birer sarf malzemesi gibi kullananların gelin veballerine ortak olmayın.

17 Ocak 2022 16:34
DİĞER HABERLER