Nasıl Bu Hale Geldik?

Samanyoluhaber.com yazarlarından Cuma Karaman, yeni köşe yazısını "Nasıl Bu Hale Geldik?" başlığıyla okurları için kaleme aldı.
Her şey, insanın düşünme yetisini yavaş yavaş elinden alan kör bir itaatle başlamıştı. Bu itaat, bir süre sonra alışkanlığa, alışkanlık ise zamanla bir hayat biçimine dönüştü. Kişi, önüne geleni sorgulamadan kabul ettikçe kendi aklının ağırlığını taşımaktan kurtulduğunu sandı. Oysa aslında aklını bir kenara bırakmanın bedeli, özgürlüğünü de sessizce teslim etmekti.
 

Başlangıçta rahatsız olduğu pek çok olumsuzluk vardı. Ancak bu rahatsızlıkların kaynağının kendi sorgusuz bağlılığı olduğunu göremiyordu. İçindeki huzursuzluğu itaatle bastırdıkça sadakati daha değerli sanmaya başladı. Bu sadakat ona hem aidiyet hissi veriyor hem de bir üstünlük duygusu aşılıyordu. Kendinden olmayanları dışlamak, onları cahillikle suçlamak artık doğal bir davranış hâline gelmişti. Çünkü herkes aynı düşünceye sahip olduğunda hayatın düzeleceğine inanıyordu. Fikir, basit bir düşünceden çıkmış, köklü ve aşırı bir inanç olarak zihnine yerleşmişti.

 
Zamanla sadakat, imanla; itaat ise kutsallıkla eş tutuldu. Kişi, sorgulamadan inanmayı dinin bir gereği saymaya başladı. Oysa din, insanın aklını kullanmasını, düşünmesini, araştırmasını ve gerçeği kendi idrakiyle bulmasını emrediyordu. Hakikatte, Tanrı’ya yöneliş bile boş bir teslimiyet değil, bilinçli bir arayış, sağlam bir bilgi ve içten bir kabulle değerlendiriliyordu.

 
Gelgelelim kişi, dinin bu ince çağrısını duymak yerine atalarından devraldığı kabulleri korumayı daha güvenli buldu. Taklidî iman kolaydı; soru sormak ise zordu. Çünkü soru, insanı hem kendi içindeki çelişkilerle yüzleştirir hem de yerleşmiş düzeni sarsardı. Oysa tahkikî iman tam da bunu, yani sarsılmayı, yeniden yapılanmayı ve hakikate adım adım yaklaşmayı isterdi.

 
Toplum da birey gibi zamanla yoruldu. Sormayan, düşünmeyen, peşinden gitmesi isteneni olduğu gibi kabul eden bir kalabalığa dönüştü. Sorgulayanlar, düzeni bozmakla suçlandı; farklı düşünenler tehdit olarak görüldü. Oysa ilerlemek, sadece benzer düşünenlerin değil, farklı düşünenlerin de söz hakkına sahip olduğu bir zeminde mümkündü.

 
Peki nasıl bu hale geldik?

 
Belki de en büyük kaybımız, kendimize ait sorularımızı yitirmemiz oldu. Çünkü soru sormayı bırakan toplumlar, düşünmeyi de bırakır. Düşünmeyi bırakınca da başkalarının doğrularına mahkûm olur. Kör itaat, zamanla hem bireyin hem de toplumun ufkunu kapatır; görülen manzarayı bir tek renge, duyulan sesi bir tek söze indirger.

 
Oysa hakikat çoğu zaman tek bir sesin değil, farklı seslerin uyumuyla anlaşılır. İtaatin değerli olduğu yer elbette vardır; fakat aklın terk edildiği yerde sadakat, kişiyi özgürleştiren bir değer olmaktan çıkar, onu zincire dönüştürür.

 
Bugün yapmamız gereken belki de şudur: İnandıklarımızı yeniden düşünmek, sakındıklarımızı gözden geçirmek, kendimize ait sorularımızı yeniden bulmak. Çünkü hakikat, taklit ile değil, tefekkür ile; teslimiyet ile değil, idrak ile anlam kazanır.
21 Kasım 2025 14:23
DİĞER HABERLER