Olağanüstülükleri Kabulde zorlananların çelişkisi

Samanyoluhaber.com yazarı Prof. Dr. Osman Şahin'in yazısı
PROF.DR. OSMAN ŞAHİN

MUCİZELER İNKAR EDİLEMEZ 7

Önceki yazıda, özünde çelişki bulunan hallerin kabul edilmemesi normal olmakla beraber, özünde çelişki bulunmayan her şeyin akıl ve mantık açısından mümkün ve kabul edilebilir olduğu konusuna başlamıştık. Kaldığımız yerden devam edelim…

“Aklın mutlak olarak inkâra ancak bir noktada hakkı vardır ki, o da özünde çelişki bulunan, yani bir şeyin aynı anda hem var hem yok olmasını gerektiren şeydir. Allah'ın eşi ve benzeri bulunması mümtenî (imkânsız) olduğundan, özünde çelişki olan her şey de mümtenîdir. Özünde çelişki bulunmayan her şey de imkân ve mantık açısından mümkün ve caizdir (normaldir/kabul edilebilir). 

Onun benzeri olan olayların azlığı ve çokluğu, sık sık tekerrür eden veya ender görülebilen cinsten olup olmaması tamamen ayrı bir konudur. Bazı şeyler pekâlâ mümkün olduğu halde hiçbir zaman vukua (meydana) gelmez. Mesela kanatlı bir insan mümkündür, fakat vukuu hiç duyulmamıştır. Bazı şeyler mümkün olduğu halde nadiren meydana gelir. Bir sayı ve grup oluşturmaz. Diğer birçok şeyler de mümkün ve sürekli olur. İlmin başarılı olduğu alan da bunların alanıdır. Lakin böyle mükerrer (tekrar eden) ve mutad (bilinen, alışılmış) olan olayların bulunması, mutad olmayan nadir olayların inkârını gerektirmez, inkâra hak kazandırmaz. 

Şu hâlde akıl, gerçekten olmuş bir haber karşısında kaldığı zaman dirayet açısından önce o haberin sıhhat ve değerini tespit ettikten sonra şunu dikkate almak zorundadır: Nakledilen haber basit ve âdetlere uygun açıdan mı bahis konusu ediliyor, yoksa âdetlerin ve alışılmışın aksine bir açıdan mı bahis konusu ediliyor? Eğer alelâde olmak üzere naklediliyorsa bunda aklın dirayet açısından görevi, onun mümkün olup olmadığını araştırmak ve kendi açısından geçerli olan genel ölçüye vurmaktır. Genellikle ilmin ve fennin işi budur. 
Ve eğer nakil onu harikulâde olmak üzere kayd ve ilân ediyorsa o zaman dirayetin görevi, onu başka olaylara icra ve tatbik etmek değil (diğer olaylarla karşılaştırmak değil), o şeyi kendisiyle mukayese ederek, onun imkân-ı zatîsini (onun mümkün bir şey olup olmadığını) düşünmek ve kendi özünde bir çelişkiyi içerip içermediğini aramaktır. Çelişki bulunmadığı takdirde inkâr veya te'vile (yoruma) gitmeden, onu nadir ve garip bir olay olmak üzere kaydetmektir. 
Özellikle nakle dayanan ilimlerin bir vazifesi de bu gibi nâdir ve özel olayları yitirmeden gelecek nesillere haber vermektir. İşte ilâhî kitaplar bizi bunların en sabit ve kesin olanlarından haberdar ederek fikirlerimizi boğan tabiat çemberinden kurtarır. 

İlim ve fen zihniyetinde (logique des csiences) şu prensip geçerlidir: Müspet (pozitif) ilim, münferit (tek) ve nâdir olan vakaları ret ve inkâr etmez, fakat onun asıl amacı, genelleme yapmak olduğundan genelde tekrar eden normal vakaları izler ve onların müşterek (ortak) özelliklerini tanımaya çalışır ve müşterek karakterlerini bulup kaydeder, ilh... 

Bunun için mesela, tabiat kanunlarının dışında münferit (tek olan) ve nâdir vakalar olmaz veya olamaz demek, her şeyden önce ilim zihniyetine ters düşmektir, ilme iftiradır.” (Hak Dini, Kur’an Dili)

Alışılmışın dışındaki olayların kabulündeki zorluklar

Her zaman tekrar eden, bilinen ve alışılagelen şeylerin meydana gelmelerinin engellenmesi veya değişmesi veya farklı bir surette gerçekleşebilmelerini kabul etmek oldukça zor bir meseledir. Akıl sahiplerinin buna evet diyebilmeleri kolay değildir (Fahruddin Razî). Hak Dini, Kur’an Dili’nde A’raf suresinin 123. ayetinin tefsirinde geçen ve aklı ikna etme adına ortaya konulan deliller ve yaklaşımlar çok güzeldirler:
“Ve bu konuda ilim ehli için üç görüş meydana gelmiştir:
Birincisi, genel olarak caiz görmektir (normal görme /kabul etmek). Mesela gerek insanın gerek herhangi bir hayvan veya bitkinin, bunlardan herhangi birinin ne madde, ne müddet, ne asıl, ne tohum, ne terbiye bulunmaksızın bir anda meydana gelmesini caiz görürler. Yine mesela tek bir cevherin, bünye ve mizaç, rutubet ve terkip hasıl olmaksızın âlim, kâdir, âkıl, kahir ve diri olabilmesini caiz görürler. Mesela gözü olan bir kimsenin güpegündüz tepesinde duran güneşi görmemesini, bununla beraber Endülüs gibi uzak batıda yaşayan bir körün gece karanlığında uzak doğudaki ağlayan bir çocuğu görebilmesini mümkün sayarlar ki, bizim ve ashabımızın, yani Ehl-i Sünnet’in kanaati budur.
İkincisi, genel olarak imkânsız saymaktır, mümtenî kabul etmektir ki, bu da tabiatçı (maddeci) filozofların görüşüdür.
Üçüncüsü de bir kısmını caiz görüp, bir kısmını imkânsız kabul eylemektir ki, bu da Mu’tezile’nin görüşüdür.” 
Bu girişten sonra, bunlardan ikincisi olan tabiatçı yani yaratılışı kabul etmeyen filozofların düşünceleri ve içine düştükleri çelişkiler özetlenmektedir:
“Bu arada en çok münakaşa konusu olan ikinci görüştür. Tabiatçı filozoflar, olağanüstülüklerin meydana gelebileceğine ihtimal vermezler ve imkânını inkâr ederler. Derler ki; asânın yılana dönüşmesini caiz görmek müsbet ilimden gereklilik prensibinin ortadan kalkmasına sebep olur. Çünkü küçük bir asâdan kocaman bir yılanın doğduğunu kabul ettiğimiz zaman bir saman çöpünden veya bir arpa tanesinden bir delikanlı insanın doğurabileceğini de kabul etmiş oluruz. Bu kabul olunduğu takdirde ise şimdi gözlerimizle gördüğümüz şu insanın da anasız babasız olarak şu anda birdenbire meydana gelir verdiğini de caiz görmüş oluruz. O halde şimdi gördüğümüz Zeyd’in dün gördüğümüz Zeyd olmayıp şimdi bir anda hasıl oluvermiş diğer bir şahıs olmasına ihtimal vermiş oluruz. 
İnsan aklına bu gibi ihtimallerin kapısını açanların ise gerçek akıl sahiplerinin gözünde delilik veya bunaklık ile mahkûm edilecekleri bilinen bir husustur. Böylece bunların olabileceğini caiz görseydik, dağların altına, deniz sularının kana, çöplükteki toprağın una, evdeki unun tuza dönüşmesini de caiz görürdük. Böyle bir kabul ise zarurî olan ilimleri iptal eder ve geçersiz kılar, insan aklının safsataya dalmasını gerektirir ki, bu kesinlikle bâtıldır ve imkânsızdır. 
Şu hâlde bu sonuca çıkan o caiz görmeler ve kabul etmeler de batıldır. Ve bütün bunların var olmaları ancak şu gördüğümüz şekilde ve belli kurallara bağlı olarak mümkün olur. Bu yolun ve bu kuralın aksine bir oluş mümkün değildir. 
İşte tabiatçı filozoflar bu düşünce ve bu istidlâl (bir iddiayı ispat etmek amacıyla delil ortaya koyma) ile derler ki, biz bu yolla daha işin başlangıcında lazım gelen bilgisizliği ve olumsuzlukları kendimizden defederiz. Yani eşyanın alışılmış olan yollardan var olacağını değişmez tanımakla ve olağanüstülükleri imkânsız saymak suretiyle kendilerini şüphecilikten kurtardıklarını ve kesin bilgiye sahip olduklarını sanırlar.” 
Yaratılışı kabul etmeyen filozoflar bu açıkladıkları görüşlerinde kendileriyle çelişkiye düştükleri çok noktalar bulunmaktadır. Bunların bu çelişkileri ve düşüncelerindeki tutarsızlıklar şöyle çürütülmektedir:
“Halbuki bu düşünce ile kaçınmak istedikleri o ihtimaller, gerçekte öyle lazım gelmektedir ki, savuşturulması mümkün değildir. Şöyle ki:
Şu kâinatımızda sürekli olarak meydana gelen olaylar, ya müessirsiz (etkensiz) olarak meydana geliyor veya bir müessir (etken) ile meydana geliyor. Bunda üçüncü bir ihtimal yoktur. Her iki hâlde de zikr olunan ihtimallerin gerekliliği meydandadır. Zira etkensiz denildiği surette bu kabul aklın sebeplilik (nedensellik) prensibine açıkça aykırı olmakla susmaya mecbur edilmesi de kesinlikle gereklidir.
Çünkü varlıkların etkensiz ve yaratıcısız kendi kendine tesadüfen meydana gelir vermesi caiz görülünce, bir insanın kendi kendine anasız, babasız olarak meydana gelemeyeceği, dağların altına, denizlerin kana, toprakların una, unun tuza dönüşü vermeyeceği nasıl sağlanabilir? Çünkü bazı şeylerin kendi kendine ve herhangi bir etken olmaksızın, tesadüfen hasıl olduğunu caiz görmek, başkalarının da etken olmaksızın meydana gelmesini caiz görmekten farklı değildir. Şu hâlde bu takdirde kendi fikirleriyle ve kabul ettikleri ilkelerle susmaya mecbur edilmeleri kesindir.
İkinci takdirde, yani varlıkların bir etkenden dolayı meydana gelmiş olduğu fikrine gelince ki, tabiatçı filozofların çoğunun görüşü de budur: Bunda da iki ihtimal vardır: O etken ya zorunlu etkendir veya isteğe bağlı etken ve faildir. 
Zorlama ile etken olduğu takdirde bu zorlama ya hiçbir tercih ediciyle ilişkili olmaksızın etkenin bizzat zorlaması olacaktır veya bir tercih edicinin seçimine bağlı olarak yapılmış bir zorlama olacaktır. 
Fakat bizzat zorlayıcı olsa idi, yani vacibü’l-vücûd (varlığı kendinden) bizzat bir tabiat olarak etken olsa, bütün şu kâinattaki varlıkların kadîm (başlangıcı olmayan) olması ve âlemde hiçbir değişikliğin bulunmaması gerekirdi. Çünkü kadîm ve daimi olan sebebin zorlamasının doğrudan bir değişken “hâdis”e (sonradan olana) sebep olması çelişkidir. 
Şu hâlde söz konusu failin tercihsiz bizzat zorlayıcı olması ihtimali ortadan kalkar. O halde bizzat varlıklar arasındaki muhtelif durumlara göre, bir tercih edicinin bizzat icabına bağlı olması ihtimali kalır ki, buna icabiye (determinizm) tabir olunur. Bu takdirde ise şöyle bir sonuca hükmetmek lazım gelir:
Bu kâinatın olayları, varlıklar arasındaki durumların ve orantıların, özellikle gök cisimlerinin değişen durumlarına bağlı olarak değişmektedir. Ve herhangi bir vakitte meydana gelen belli bir olayın o vakte mahsus kılınarak adlandırılması da bunun içindir. Yani, daha önce meydana gelmiş olan olayların etkileri sonucunda ortaya çıkmış olan zarurî bir durumdur. Şu hâlde göklerde ve cisimlerde garip bir şekil ve çok özel bir durum ortaya çıkıp da yepyeni bir değişikliğe, mesela denizlerin yağ oluvermesine veya bir anda bir hayvan veya bir insan zuhur edivermesine sebep olmayacağı, böyle bir şeyi gerektirmeyeceği ne ile temin olunabilir? O halde zikrolunan gerektirici şart ve sebeplerin hepsi bir anda yeniden geri gelebilir.”
Bu şekilde, etkensiz ve yaratıcısız meydana gelmeleri iddiasındaki tutarsızlık nazara verildikten sonra bir etken veya fail tarafından meydana getirilmedeki iki durum olan, etkenin zorunlu etken veya isteğe bağlı etken ve fail olması ele alınmaktadır. Zorunlu etken seçeneğinin tutarsızlığı ispat edildikten sonra, geriye kalan isteğe bağlı etken ve fail seçeneğindeki doğruluğun ispatı yapılmaktadır… 
İnşallah sonraki yazıda bu kaldığımız yerden devam edelim…
01 Aralık 2023 16:19
DİĞER HABERLER