Samanyoluhaber.com yazarlarından Prof. Dr. Osman Şahin, zaman zaman tartışılan önemli bir konuyu 'Onlar savaşmadıkça siz de savaşmayın' başlıklı yazısında ele aldı.
Maalesef günümüzde İslâm’ın kılıç zoruyla yayıldığına dair bazılarında bir kanaat vardır. Halbuki İslâm zor ve cebirle tebliğ yapılmasını şiddetle yasaklamış, Allah Rasûlü (SAV) hayatlarında buna uygun hareket ederek bunu ashabı içerisinde yerleştirmişlerdir. Bazı istisnaların dışında sonraki devirlerde genelde buna uygun hareket edilmiştir.
Buna aykırı davranmak isteyen idareciler, alimler tarafından ikaz edilmişler ve genelde bu düşüncelerinden vazgeçirilmişlerdir. Kur’an bu hususta o kadar çok tembihte bulunmuştur ki buna aykırı bir düşüncenin gelişmesine de imkân bırakmamaktadır. Bu çizgiye uygun hareket etmeyenler ise daha çok İslâm’ı yanlış yorumlayıp yanlış temsil edenler arasından çıkmıştır:
“Kur’ân’da yer alan, “Sizinle savaşanlara karşı, siz de Allah yolunda savaşın.” (Bakara sûresi, 2/190) “Müşrikler nasıl sizinle topyekûn savaşıyorlarsa siz de onlarla topyekûn savaşın.” (Tevbe sûresi, 9/36) “Kendilerine savaş açılan müminlere, savaşmaları için izin verildi. Çünkü onlar zulme mâruz kaldılar. Allah onlara zafer vermeye elbette kadirdir.” (Hac sûresi, 22/39) âyetleri de mü’minlere meşru müdafaayı emreder. Mescid-i Haram’da savaş yapmayla ilgili nazil olan,
“Onlar savaşmadıkça siz de savaşmayın.” (Bakara sûresi, 2/191) âyeti de aynı noktaya dikkat çeker.
“Sizinle din konusunda savaşmamış, sizi yurtlarınızdan çıkarmamış olanlara iyilik yapmak ve adaletli davranmaktan Allah sizi menetmez; çünkü Allah adaletli davrananları sever. Allah sizi ancak sizinle savaşan, yurtlarınızdan çıkarmış ve çıkarılmanıza arka çıkmış olanlarla dostluk etmenizden meneder.” (Mümtehine sûresi, 60/8-9) âyetinde de aynı mesajların yer aldığı görülür.
Konuyla ilgili diğer bir âyet de şu şekildedir: “Eğer antlaşmadan sonra yeminlerini bozarlar, bir de dininize hücum ederlerse, artık kâfir güruhunun o öncüleri ile savaşın! Çünkü onların gerçekte artık yeminleri ve ahitleri kalmamıştır. Umulur ki, hiç değilse bu durumda, inkâr ve tecavüzlerinden vazgeçerler. Ahitlerini ve yeminlerini bozup Peygamberi vatanından sürmeye teşebbüs eden bir toplulukla savaşmayacak mısınız? Zaten savaşı size karşı ilk başlatanlar da onlar olmuşlardı.” (Tevbe sûresi, 9/12-13)
Hayber kuşatmasında, Allah Resulü’nün komutan olarak tayin buyurduğu Hz. Ali’ye
“Onlar savaşmadan savaşmayınız, onlar sizden birini öldürmedikçe siz de kimseyi öldürmeyiz.” buyurması da bu minvaldedir.” (Yüksel Çayıroğlu-Savaş zamanlarında insan hakları)
Kur’an’da her zaman barış tavsiye edilmekte ve şartları ortadan kalktığı zaman savaşa son verilmesi gerektiği açıkça ifade edilmektedir:
“Şu âyetler açıkça barışı yüceltir ve insanları sulh içinde yaşamaya çağırır:
“Sulh (daima) hayırlıdır.” (Nisâ sûresi, 4/128) “Ey iman edenler! Hepiniz toptan barış ve selamete girin de şeytanın adımlarını izlemeyin.” (Bakara sûresi, 2/208)
Mücbir sebepler olmadıkça savaşa başlamama ve barış içinde yaşama önemli bir esas olduğu gibi, Kur’ân’a göre savaş esnasında yapılan barış tekliflerinin de kabul edilmesi ve savaştan vazgeçilmesi gerekir. Nisâ sûresinde şöyle buyrulur:
“O halde, onlar sizden uzak durur, sizinle savaşmaz ve size barış teklif ederlerse, o takdirde Allah onlara saldırmak için size yol vermez.” (Nisâ sûresi, 4/90)
“Eğer onlar barışa yanaşırlarsa sen de yanaş ve Allah’a güven.” âyeti de aynı hususu emreder. (Enfâl sûresi, 8/61)” (Savaş zamanlarında insan hakları)
YANLIŞ YORUMLARNisa sûresinde: “Size ne oluyor ki Allah yolunda ve çaresizlik içinde bırakılan, ‘Ey büyük Rabbimiz! Ahalisi zalim olan şu memleketten bizi kurtarıp çıkar. Tarafından bir sahip gönder, katından bir yardımcı yolla!’ diye yalvarıp yakaran bir kısım erkekler, kadınlar ve çocuklar uğrunda düşmanla çarpışmıyorsunuz?” (Nisâ sûresi, 4/75) buyurularak zalimlere karşı ve mazlumların hakları için savaşa izin verilirken, başkalarına dini kabul ettirmek veya küfürleri sebebiyle savaş açmaya izin verilmemektedir:
“Din farklılığının (küfür) savaş sebebi olduğunu ileri sürmek doğru değildir. Çünkü bu konuda emredici hiçbir nas yoktur. Nitekim ilgili naslardan yola çıkan Hanefi, Mâliki ve Hanbeli fukahası da savaşın illetinin (sebep ve gerekçesi) küfür ve inkâr değil, düşmanlık ve saldırı olduğunu belirtmişlerdir. Dolayısıyla cumhur-u fukahaya göre sırf İslâm’a muhalefetinden veya inkârından dolayı bir insanın öldürülmesi söz konusu olamaz. (Vehbe Zühayli, Âsâru’l-harb, s. 106) Bu konuda aksi görüşte olanlar, fiilî savaş hâliyle ilgili olan bazı âyetleri bağlamından koparmış ve yanlış mana vermişlerdir.
Özellikle “Onları (müşrikleri) bulduğunuz yerde öldürün.” şeklinde geçen Bakara (191), Nisa (91) ve Tevbe (5) sûrelerindeki âyetler gerekçe yapılarak Batılı araştırmacılar tarafından İslâm’a haksız saldırılar yöneltilmiştir. Oysa bu âyetlerde mevzubahis edilen öldürme, fiilî savaş hâliyle sınırlıdır ve bazı müfessirlere göre sadece Mekke müşrikleri hakkındadır. Ne Peygamber Efendimiz (SAV) ne de daha sonraki dönemlerde yaşayan Müslümanlar bu âyetin hükmünü mutlak ve genel anlamamış ve bu şekilde bir uygulamaya teşebbüs etmemişlerdir.
Bakara sûresinde öldürme emrinden hemen sonra gelen âyette,
“Şayet onlar vazgeçerlerse (siz de savaştan vazgeçin). Zira Allah çok affedicidir, merhamet ve ihsanı boldur.” (2/192) buyrulması da savaşın asıl sebebinin karşı tarafın dinî inançları değil, saldırgan ve düşmanca tutumları olduğunu gösterir. Eğer onlar zulüm ve düşmanlıktan vazgeçerlerse savaşmak için ortada bir sebep kalmayacaktır.” (Savaş zamanlarında insan hakları)
Ayetlerdekine benzer şekilde bazı hadisi şeriflerinde yanlış yorumlandığını görüyoruz. Halbuki en başta Allah Rasûlü’nün uygulamaları bu yorumları yalanlamaktadırlar:
“Küfrün savaş sebebi olduğunu iddia edenler, “İnsanlarla Allah’tan başka ilah yoktur demelerine kadar savaşmakla emrolundum. Bunu söyledikleri zaman kanları ve malları masum olur. Hesapları Allah’a aittir.” (Müslim, İman, 32–36) hadisinin manasını mutlak ve genel anlamışlardır. Hâlbuki böyle bir anlayış, barışı ve iyilik yapmayı teşvik eden nasların genel anlamına terstir. Dolayısıyla burada mevzubahis edilen hüküm, devam eden bir savaşın bitiş gerekçesini beyan etmektir. Yani düşman askerleri Müslüman oldukları takdirde başlamış bir savaşın sona ereceğini, kelime-i tevhidi söyleyen hiçbir düşman askerine dokunulamayacağını beyan eder.
Allah Resûlü’nün, buna riayet etmeyen, yani “La ilahe illallah” diyen düşman askerini öldüren Halid b. Velid ve Üsame b. Zeyd gibi bazı sahabileri itap ettiği rivayet edilir. Hz. Üsame’nin, “Ölüm korkusundan dolayı şahadet getirdi.” şeklindeki itirazını haksız bulur ve “Yarıp kalbine mi baktın!” mukabelesinde bulunur. (Mu¨slim, İman 158) Hz. Halid’in yaptığına çok üzülür ve ellerini kaldırıp, “Allah’ım Halid’in yaptığından Sana sığınırım.” der. (Buhârî, Ahkâm 35)
Efendimiz’in (SAV) ordu komutanlarına verdiği talimatlar da yukarıdaki hadisin savaş ahkamıyla ilgili olduğunu gösterir. Bu talimatlara göre sıcak savaş öncesi düşmana üç alternatif sunulur: Müslüman olmak, cizye vermeyi (İslâm ülkesinin vatandaşı olmayı) kabul etmek ya da savaşmak. Hayber’de komutan olarak atadığı Hz. Ali’nin ne zamana kadar savaşacağını sorması üzerine, “La ilahe illallah deyinceye kadar” buyurur. (Buhârî, Cihad 102) Allah Resûlü’nün (SAV) hiçbir savaşının salt inanç farklılığından kaynaklanmadığının altını çizmek gerekir.” (Savaş zamanlarında insan hakları)