Pınar başından İrfan pınarına

Samanyoluhaber.com yazarı Abdullah Aymaz'ın yazısı
ABDULLAH AYMAZ 

Ege Bölgesinin bir köyünden gelmişti. Mütevazi bir kiralık evde kalıyor ve İzmir İmam-Hatip Okuluna devam ediyordu. Sınıf arkadaşlarından bazıları Kestanepazarı Cami bitişiğindeki İmam-Hatip Derneğinin Yurdunda kalıyorlardı. Fakat o yurtta öğrenci olmayanların yatakhanelere girmesi yasaktı. Yurdun duvarında  “Bu yurdun öğrencisi olmayanın girmesi yasaktır” diye bir ihtar yazısı da mevcuttu. Buna rağmen o, çok sevdiği ve takdir ettiği arkadaşları ile yatakhaneye giriyor; sonra da mütalaa sınıflarına gidip ödevlerini yapıyordu. Yurda yeni gelen müdür, çok disiplinli ve dikkatliydi. Müdür odası da yatakhaneye çıkan her iki merdiveni de gören bir noktada idi. Müdür Bey onu merdivenden inerken gördü ve yanına çağırdı. Kendisine yasak levhasını gösterdi. O da derin bir utanç içinde yüzünü yere eğdi. Bu asil hali Müdür Beyin rikkatine dokundu. Sonra dedi ki:  “Ama sana yasak yok. Her zaman girebilirsin!”  Bu şefkatli söz, onun ruhuna işledi. Artık ondan sonra özelde Kestanepazarı Vaizi, genelde bütün Ege Bölgesinin umumî vâizi olan Müdür Beyin  hiçbir vaaz ve hutbesini kaçırmadı hepsine de katıldı.
O günden itibaren Hocaefendiye  karşı bağlılığı arttı. İmam-Hatip Lisesini bitirince, Pınarbaşında bir camiye tayini çıktı. Orada Deniz Gezmiş grubundan bir genç vardı. Materyalist görüşlere sahipti. Camiye gelen imamlara sorduğu şüphe ve tereddüt dolu soruları ile perişan etmişti. Bu sorulara karşı hiçbir hazırlığı olmayan imamlar ne diyeceklerini bilemiyorlardı.
O, imam olarak gelince, aynı soruları sormaya başladı. Soruları soruyor ama o, gülümseyip “Bunların hepsinin cevabı var; sakın yok zannetme” diyordu. “Peki öyleyse niye söylemiyorsun?”  sorusuna da “Zamanı var” diye geçiştiriyordu. Bir Cuma günü izin alıp ona da “Haydi gidelim” diyerek onu Bornova Camiine vaaza götürdü. Vaazdan sonra İmam Odasına girdiler. O  hemen sorduğu soruları Hocaefendiye sormaya başladı. Hocaefendi Mehmet Özyurt Hoca’ya “Kardeşimiz her halde çok yeni,  kendisine bir çay içirirsiniz” dedi. 
Mehmet Özyurt Hoca onu alıp Bornova’daki Ege Üniversitesinde okuyan öğrencilerin kaldıkları evlere götürdü. Bir eve girdiler. Evin düzeni temizliği çok dikkatini çekmişti. Mehmet Hoca “Kardeşler, misafirimiz var; çay ikram edelim” dedi. Çaydan sonra şu kitapların arasından bir ‘Sözler’ getirir misiniz?”  dedi. İçinden bir bölüm okudu. Tam da çok sorduğu bir sualin cevabıydı. Sonra bir talebe evine daha gitti. Orada da aynı tertip düzen vardı. Orada da bir “Mektubat” kitabı istedi. Ondan da bir soru cevap okudu. O da merak ettiği bir sorunun cevabı idi. Böylece birkaç ev daha ziyaret ettiler…  Bu ziyaretler sırasında şahit oldukları onun  kafasında bazı duygular uyandırmıştı. Bu bir başlangıçtı… Görüşmeler belli aralıklarla devam etti.
Seneler sonra dedi ki, “Benim gibi birisiyle on sene uğraştınız… Allah razı olsun. Siz inançsızlığın ne olduğunu nereden bileceksiniz ki?  Her türlü maddi imkânlar var. Haram-helal diye bir düşüncem de olmadığı için her türlü zevki tadabilmeme de imkan olduğu halde akşam olur. ‘Acaba sabah nasıl olacak? Sabah olur, akşam nasıl olacak?’ diye düşünür ve derin bir iç sıkıntısı yaşardım. Ama artık Risale-i Nurları ve Hocaefendiyi tanıdıktan sonra kalbim rahatladı. Risaleleri okuyunca, On İkinci Mektupta şöyle bir ikaza rastladım:  “Aziz Kardeşlerim!  O gece benden sual  ettiniz, ben cevap vermedim. Çünkü imanî meselelerin münakaşa suretinde bahsedilmesi caiz değildir. Siz münakaşa suretinde bahsetmiştiniz. Şimdilik münakaşanızın esası olan üç sualinize gayet muhtasar (özet) bir cevap yazıyorum. Tafsilatını, Eczacı Efendinin isimlerini yazmış olduğu Sözler’de  bulursunuz. (…)  Zikredilen meseleler gibi dakik imânî meseleleri, ölçüsüz mücadele olduğundan, ilaç iken zehir olur. Diyenlere, dinleyenlere zarardır. Belki böyle imanî meselelerin, soğukkanlılıkla, mutedil bir halde, insafla bir fikir alış verişi suretinde bahsedilmesi câizdir.”
“Üstadın bu ifadelerini gördükten sonra, niçin muhatap şeklinde münakaşaya sebep olacak bir üslubla bana cevap verilmediğinin sebebini anladım. Ama beni bir dinleyici konumuna koyarak  cevapları herkese okumaları, münakaşa etmeme ve nefis müdafaası gibi yeni sorular sormama imkân vermediler. Yoksa  enaniyet yapıp, fikrimin üstün gelmesi için uğraşır ve o hakikatlerden istifade edemezdim…”
* *
Gerçekten gerek üniversite öğrencileriyle münakaşalı görüşmelerden  gerek öğretmen iken öğrencilerimle karşılıklı münakaşalardan bir netice alınmadığına şahit oldum.
İzmir’de ve Konya’da  ilk zamanlar esnaf ağabeylerin ve mütevellilerin bazan ziyaretlerine  giderdik. Ekseriyetle çocukları, bizlerin bu ziyaretlerinden rahatsız olur, babalarının vakitlerini aldığımızı, lüzumsuz şeylerle meşgul ettiklerimizi zannederlerdi. Babaları da onlara bir şeyler anlatmamız ve nasihatlerde bulunmamız, için  onları çağırıp bizim karşımıza oturturlardı. Biz de ‘Onlara ağabey böyle yapmayalım. Zaten onların kulakları bizlerde, acaba babamıza ne anlatıyorlar diye dikkatle dinliyorlar. Siz bize soru şeklinde ne anlatmamızı istiyorsanız sorun,  biz ona göre cevap verelim. Onlar dinleyici makamında olursa daha faydalı olur.”  diyorduk. Gerçekten yavaş yavaş ısınıyorlardı.
Bir de benim şahit olduğum  bir husus daha var. Bazıları geliyor çok çetrefelli  ve içinden zor çıkılacak şüphe ve tereddüt verici sorular soruyorlardı, Allah’ın izniyle ve yardımıyla zihnim berraklaşıyor, o zamana kadar sanki hiç aklıma gelmeyen şeylerle cevap verebiliyordum. Kendi kendime hayret ediyordum ama muhatabım  yepyeni sıkıntılı suallerle yeniden saldırıya geçiyordu. Neticede sureten ilzâm olmuş şekilde kalkıp gidiyordu ama sonradan öğreniyorduk ki, temerrüdü bir kat daha artmış halde imiş. Şaşırıyorduk!..
Bazıları da geliyor bazı şeyler soruyor, içindeki şüphe ve tereddüdlü  ileri sürüyordu, bazan biz de tam havamızda olmuyorduk ama okuduğumuz, bildiğimiz şeyleri eksik noksan hatta kusurlu da olsa, anlatmaya gayret ediyorduk. Sonra bakıyorduk. Söylenenler derdine çare olmuş, sıkıntıdan kurtulmuş bulunuyordu. Bu durumlara çok hayret ediyordum. Sonra ehl-i sünnetin iman tarifine dikkat ettim. “Kişinin imanı elde etme niyetiyle araştırmaya kalkınca  Cenab-ı Hakkın o kişinin kalbine attığı bir nur, kalbinde yaktığı bir ışık” deniliyordu. İkinci sınıf muhataplar bunlardı. Senin  söylediklerin pek muntazam, pek mükemmel ve parlak olmasa bile onlara yetiyordu. Ama ilk muhataplar ise onların öyle bir istek ve niyetleri yoktu. Onlar imanlı insanları nasıl sendeletip, yere serebilir ve  onları nasıl delilsiz bırakıp mağlup ve rezil ederiz düşüncesinin peşinde idiler. Zaten biz cevap verirken onlar bizi dinlemiyor ve yeni yeni şüphelerin ve soruların peşine düşüyorlardı. Cenab-ı Hak bizi o ortamda utandırmamak için kalbimize ve aklımıza yeni şeyleri getiriyordu. Bir de, Allah bizi yaratırken bizi şartsız  yaratıyordu. Ama iman ebedi Cenneti ve Cemal-i İlahiyi kazandıracağı için, imanı elde etme niyetini ve gayretini şart  koşuyor ve sonra dilediğine iman nur ve ışığını nasip ediyordu. 
16 Ocak 2024 15:29
DİĞER HABERLER