Samanyoluhaber.com yazarlarından Prof. Dr. Osman Şahin yeni köşe yazısını 'Savaşlara doğan 'Şefkat Güneşi' 2' başlığı ile kaleme aldı.
İslâm’da barışın esas olduğu, savaşın asıl olmadığı ve arzu edilmemesi gerektiği ve tarih boyunca meydana gelen savaşların yüzde doksan müdafaaya yönelik meydana geldiği konusuna önceki yazıda başlamıştık. Alemlere rahmet olarak gönderilen Şefkat Güneşi’nin (SAV) hayatı boyunca yaptıkları ve uyguladığı stratejiler hep bu yöndedirler:
“Allah Resûlü (s.a.s) hayat-ı seniyyeleri boyunca Kur’ân’ın bu konudaki emirlerine bağlı kalmış, sürekli barış taraftarı olmuş ve sulh yolları aramış, mecbur kalmadıkça savaşa tevessül etmemiş, savaşmak zorunda kaldığı durumlarda da kan dökülmesini engellemek için elinden geleni yapmıştır.
Takip ettiği savaş politikasıyla sıcak savaşa girmeme adına her tür tedbiri almıştır. Düşmanı zayıflatmak, korkutmak, yıldırmak veya yanıltmak suretiyle saldırıdan vazgeçirmek onun öncelikli hedefi olmuştur. Allah Resûlü’nün bütün hayatı boyunca yaptığı savaşlarda düşman safından öldürülen toplam insan sayısının 250’yi geçmemesini başka türlü izah etmek mümkün değildir. (Muhammed Hamidullah, Hazreti Peygamberin Savaşları, s. 21) Kur’ân’ın düşmana karşı güçlü savaş atları beslenmesi emrinin (Enfâl sûresi, 8/60) altında yatan espri de budur.
Peygamber Efendimiz’in, Mekke’de bulunduğu süre içerisinde herhangi bir çatışmaya girmemesi, Medine’ye hicret eder etmez müşrik ve Yahudilerle Medine vesikasını imzalaması, bunun dışında çevre kabilelerle onlarca barış anlaşması yapması, savaşı önlemek için diplomasiyi sonuna kadar kullanması, Müslümanların aleyhine olan bütün maddelere rağmen Hudeybiye sulhunu kabul etmesi ve sahabilere düşmanla karşılaşmayı temenni etmemelerini söylemesi (Buhari, Cihad 112) ve yaptığı anlaşmalara hep sadık kalması O’nun barış yanlısı olduğunu göstermesi adına oldukça önemli olaylardır. Konu etrafında araştırma yapan ulemanın belirttiği üzere O’nun yapmış olduğu bütün savaşlar, müdafaa savaşıdır.” (Yüksel Çayıroğlu-Savaş zamanlarında insan hakları)
İslâm’da şehitliğe ve maddi cihada teşvik eden beyanların da bu müdafaaya, korumaya yönelik savaşlar için söz konusu olduğu unutulmamalıdır ki büyük yanlışlara düşülmesin. Maalesef günümüzde buna uygun hareket edilmediğinden terör örgütleri bunları kötüye kullanarak İslâm’a çok büyük zararlar vermektedirler.
“Ey insanlar! Düşmanla karşılaşmayı hiç temenni etmeyin! Allah’tan hep afiyet dileyin! Her şeye rağmen, onlarla karşılaştığınız zaman da sabredin ve bilin ki, cennet, kılıçların gölgeleri altındadır.” hadisi şerifi açık olarak bu hususlara değinmesine rağmen bazıları bunu tam tersi bir şekilde yorumlayabilmektedirler:
“Rasûl-i Ekrem Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) soruya mevzu teşkil eden beyanında sabır gerektiren bir hususa dikkat çekiyor ve “Düşmanla karşılaşmayı hiç temenni etmeyin!” buyuruyor. İnsan, “Bir düşmanla karşılaşayım da onunla savaşayım, mücahid olayım. Aynı zamanda onu öldüreyim, gazi olayım ya da onun tarafından öldürüleyim de şehit olayım!” diye düşünebilir. Harp kaçınılmaz olduğunda ve mecbur kalındığında düşmanla karşılaşma, savaşın hakkını verme, gerektiği yerde düşmanı öldürme, aynı zamanda gazi olma ve hadiseler öyle cereyan ediyorsa, düşman tarafından öldürülüp şehit olma… Bunların hepsi bir yönüyle kutsal şeylerdir.
Fakat bunların konumları mevzuunda zühul ederseniz (yanılırsanız), gaflete düşerseniz, IŞİD olursunuz, “çaşıt” olursunuz, Boko Haram olursunuz, el-Kaide olursunuz, Murabitîn olursunuz… Allah’ın istediğinin dışında Allah’ın belası her şey olursunuz. Bu açıdan da nerede ne olacağını ve nasıl davranılacağını yerinde değerlendirmek lazımdır…
Çoğu zaman “Cennet kılıçların gölgeleri altındadır.” sözü de yanlış yorumlanmaktadır. Hâlbuki bu mübarek beyana daha geniş bakmak gerekmektedir. Öncelikle istenmediği halde savaş vuku bulursa, mesela Çanakkale’de olduğu gibi, sabredip kılıcın hakkını vermek lazımdır. Öyle bir şeyle karşı karşıya kaldığı zaman, hakkını veren mü’min hayatta kalırsa gazi olur, Cennet’e liyakat kazanır; şehit olursa da inşaallah doğrudan Cennet’e gider. Diğer taraftan, bu sayede düşman vesayet altına alınırsa ve onlar da karşılaştıkları mü’minlerden şöyle böyle alacaklarını alırlarsa, Cennet kapıları onlar için de aralanmış olur.” (Herkül Nağme: Kılıçların Gölgesinde)
Kur’ân’da fitne kalmayıncaya ve din yalnız Allah’ın oluncaya kadar savaş (kıtal) yapılması (Bakara sûresi, 2/193; Enfal sûresi, 8/39) ve Ehl-i Kitap’la ilgili olarak savaşın (kıtalin) cizye verinceye kadar sürdürülmesi (Tevbe sûresi, 9/29) emirleri de yanlış yorumlanmaktadır:
“Maalesef bazıları bu âyet-i kerimeleri yanlış anladıkları için İslâm’ın her daim inanmayanlarla savaşılmasını emrettiğini zannetmişlerdir. Ne var ki böyle bir anlayış hem Allah Resulü’nün uygulamalarına hem tarih boyunca Müslümanların tecrübelerine hem de Kur’ân ve Sünnet’in temel ilkelerine terstir.
Kur’ân-ı Kerim’de kullanılan “kıtal” lafzının isim değil, mastar anlamında kullanıldığına dikkat edilmelidir. Yani kıtalin manası savaş değil savaşmaktır. Savaş anlamında kullanılan kelime ise harb’tir. Dolayısıyla bu âyet-i kerimeler zaten başlamış bir savaşın ne zaman bitirileceğini beyan eder. Buradaki emri “savaşa başlama emri” olarak değil, “başlamış bir savaşın bitiş emri” olarak anlamak âyetlerin maksadına, siyakına ve Kur’ân’ın bütünlüğüne daha uygun olacaktır. İsyan eden Müslümanlarla (bâgilerle) ilgili hükümlerin bildirildiği Hucurat âyetinde, “Allah’ın emrine dönünceye kadar” onlarla savaşılması emredilir. (49/9) Yani savaşın ne zaman biteceği hükme bağlanır. Diğer âyetlerde beyan edilmek istenen mana da bundan farklı olmamalıdır. (Ahmed Güneş, Savaş ve Cihad, s. 126)
Ayrıca yukarıdaki âyette geçen fitne kelimesi, din ve vicdan özgürlüğünü tehdit eden her tür baskı, şiddet ve işkence anlamındadır, küfür anlamında değildir. Bakara sûresindeki âyetin, “Eğer inkârdan ve tecavüzden vazgeçerlerse, bilin ki düşmanlık ancak zalimleredir.” şeklinde devam etmesi de küfrün tek başına savaş gerekçesi olarak gösterilemeyeceğine ve savaşın sadece meşru müdafaa ve zulme engel olmak için yapılacağına dair önemli bir delildir.” (Savaş zamanlarında insan hakları)
İslâm’da başkalarını zorla asimile etmek, dine sokmak ya da onları yok etmeye kalkmak asla kabul edilmez ve bu uğurda yapılacak savaşlara izin verilmez. Yani, din ve vicdan özgürlüğü ve bireylerin iradelerini kullanarak serbest seçimde bulunma hakları koruma altındadır:
“Barış’ın esasını bugünkü tabirlerle ifade edecek olursak, ‘din ve vicdan özgürlüğü ve başka dinlere saygı’ teşkil eder… O halde Müslümanların gayrimüslimleri ilk algıladıkları düzey barıştır ve bu kategoride yer alanlara ‘muahidler’ (yeminli ve anlaşmalı olanlar) adı verilir. Muahidler, hiç şüphesiz ‘ötekiler’dir ama bu ötekileri zor ve baskı kullanarak asimile etmek, yani Müslümanlaştırmak; ya da ortak mekândan arındırıp tecrid etmek; veya farklı din ve inançlara sahip olmaları dolayısıyla imhaya kalkışmak gerekmez. Barış ve bir arada yaşama, belirgin bir şekilde önceliğe sahiptir. Kur’an, farklı ihtilaf konularında da ‘Barış hayırlıdır’ der ki, (Nisa, 128) her durumda daima öncelikle anlaşma imkânlarını aramak gerekir. Ancak, anlaşma imkanlarının bütünüyle ortadan kalktığı durumlarda savaş kaçınılmazdır.” (Medine Sözleşmesi, Ali Bulaç)” (İslam’da savaş ne zaman meşrudur?)
İnşallah sonraki yazıda konuya devam edelim…