Selimiye ve Hizmet

“Bir vakt-i şerif ve bir saat-i saîd-ü latifde ol camî-i münîfe temel vuruldu” Mimar Sinan
Veysel Ayhan - TR724.COM



Büyük eserlerin doğuşu sancılı ve çileli olur. Uzun fizibilite dönemi ve kaliteli mimarlar ister. Tüm malzemelerin özenle seçilmesi, acele etmeden sabırla işlenmesi gerekir.

Mimar Sinan tüm eserlerini böyle yapmıştı.

Selimiye’yi yaparken aylarca zemin etüdü yaptı. Sonra temeli attı.

Şantiyede 400 usta ve 14 bin işçi çalıştı.

Mimar Sinan, camide kullanacağı tüm ağırlığı önceden cami arazisine yığmış “zeminin oturmasını” beklemişti. Oluşacak tümsekler ve çöküntüler için tedbir almıştı.

İnşaatta büyük oranda kesme taş ve küfeki taşı kullanıldı. Her bir taş milimetrik olarak özenle tıraşlandı.

Kubbelerde ve tavanda kullanılacak tuğlalar, günlerce fırınlandı.

Kubbeler için uzak diyarlardan tonlarca kurşun getirildi. Eritildi, damıtıldı, hazırlandı.

Bir yandan da dev mermer sütunlar kırmadan dökmeden sabırla yontuluyor, diğer yandan abanoz ağaçları, en sert ve sağlam keresteler göz nuru dökülerek kapı ve pencereler için hazırlanıyordu.

Çalı taşları eziliyor, toz halinde sulandırılıp kuyularda bir yıl bekletiliyordu. İnce kum, keçi kılı, saman kıtırı ile karıştırılıp zamanla sertlikte taşı geçecek bir harç yapılıyordu.

En meşhur boya ustaları renklerin uzun ömürlü olması ter döküyor birbirinden nadide vitraylar hazırlıyordu.

Cami inşaat 6 yıldan fazla sürdü.

İlk 4 yıl geçtiğinde caminin yapıldığı yere gelenler gördüğü manzara sadece hafriyat çalışmaları ve malzemelerin üretilme tezgahlarıydı. Görenler hayal kırıklığına uğruyordu. Temelin yükseleceği alana bakanlar dev kaya ve mermerlerden başka bir şey göremiyordu. Oradan yüz yıllara meydan okuyacak eşsiz bir sanat eserinin, Selimiye Camisi’nin yükseleceğine dair belirti yoktu.

Sadece mimarlıktan anlayanlar büyük ve müthiş bir caminin yapılıyor olduğunu anlayabilirdi.

Mimarı tanıyorlardı.

Ustalar birbirinden mahirdi.

Ve 14 bin seçkin işçi durmaksızın çalışıyordu.

TÜM BUNLARI NİYE YAZDIM?

Futbol için kullanılan güzel bir tabir var: “Oyunu okumak”

Futboldan çok iyi anlayan bir insan kuşbakışı maçı seyrettiğinde teknik direktörün verdiği kararlarla, çıkardığı ve aldığı futbolcularla neyi planladığını “okur”, oyun planını çözer.

Bir çiçekteki sanatı görmek, bir kelebekteki muhteşem dizaynı fark etmek zor değildir. Ama Allah’ın takdirindeki hikmeti, kader örgüsündeki sanatı görebilmek “Rabbini bilmeye” bağlıdır.

Allah’ın sanatını görmek, -tabiri caizse- “oyununu okumak”, Marifetullah ister.

Arif olmak gerekir.

“OYUNU OKUMA” DENEMESİ

Süreç’in yaşattıklarını her insan irfanı nispetinde farklı okuyabilir. Herkes kendi gözlüğüyle hadiseleri sübjektif olarak değerlendirilebilir.

Yanlış veya doğru olduğuna ‘okur’ karar verebilir.

Sosyal hadiseler ve değişimler yavaş cereyan eder. Detayda boğulursanız, mahruti/kuşbakışı bakamazsanız oyunu okuyamazsınız.

Mevsimler nasıl değişiyorsa, sosyal hadiseler de öyle değişir. Mutlaka olur. Ama zamanlama dakik değildir. Değişimlerin takvimini ve zamanlamasını Allah’ın muradı, beşerin cüz-i iradesi tayin eder.

Kış mevsiminin şimşeği, sağanağı, fırtınası; karı, buz, seli, çamuru… hep aynı devam etmez.

Baharı önlemeye beşerin gücü yetmez.

Ama kışın ortasında bahardan bahsederseniz, sosyal hadiselerin döngüsünden habersizlere naif görünürsünüz.

“Her şey yerle bir, buz ve kardan başka bir şey yok. Sen ne baharından bahsediyorsun?” demeye hakları vardır.

O nedenle bu yazı -belki yanlış, belki doğru- sadece bir “oyun okuma” denemesi.

GELECEĞİN RUH HEYKELİ

Kaderin çarkları hummalı bir faaliyet içinde geleceğin ağlarını örüyor.

Yüzeysel bakınca görünen sadece zulüm, karmaşa ve kaos.

Geleceğin taşları, kilit taşları adım adım hedefine yürüyor.

İstikbalin “ruh heykeli” dikiliyor.

Kaosun sisleri dağıldığında herkes bunu görebilecek.

Duyulan sesler kırılma, yontulma ve düzlenme gürültüsü.

Dev hızarlar geleceğin köprülerini, kapılarını ve pencerelerini projeye göre şekillendiriyor.

Ama testerenin dişleri çok keskin. Sert ve ümit kırıcı.

Mermerler, devâsâ sütunlar iki büklüm budanıyor.

Mermer tozları gözleri yaşartıyor. Göz gözü görmüyor.

“Hizmet”in “sermayesi” ne taş ne de toprak. Ne bina, ne de okul; ne de mal-mülk.

Hizmet’in tek değeri: İnsan.

O nedenle geleceğin “projesi” için insan unsurunun “yeniden” ve “sıfırdan” inşası gerekiyordu.

YARALI COĞRAFYADAN ANCAK YARALI PROJE ÇIKAR

Yaralı bir coğrafyadan ancak yaralı bir eser çıkar.

Bu nedenle tek tek tüm Hizmet gönüllüleri Allah’ın Rububiyeti altında terbiye görüyor.

Yüz binlerce tertemiz insan dava şuuruyla bileniyor.

Yüz binlerce çilekeş insan, Hz. Yusuf (as) gibi kamp yapıyorcasına zindanlarda “okuyor”, “öğreniyor” “çile ve ıstırapla” tekâmül ediyor. İnsan-ı Kâmil olma yolunda mesafe alıyor.

Her biri; binlere, on binlere değişilmeyecek kıymete erişiyor.

Temelinde çile ıstırap ve göz yaşı olmayan hiçbir bina uzun ömürlü olmaz.

İstikbal bu temeller üstünde yükselecek.

Her biri iftihar vesilesi yüzleri aşkın şehit ve gazi, yüz binlerce hapiste yatan/yatmış kadın erkek ve çocuk, on binlerce muhacir. Bir o kadar ensar.

Hepsi hayatlarının “askerlik” dönemini yaşıyor. Herkesin çilesi boyuna göre. Allah’a yakınlığı nispetinde.

BOYUMUN YETMEDİĞİ ÇİLELER

Boyumun yetmediği çilelere bakıp hariçten ahkam kesmemeliyim.

Hz. Yusuf’un 5-6 yaşında kuyuya atılışına ağlayabilirim. Bu nadide insanın tarihin en ufunetli ve köhne zindanında 7 yıl hapis yatışı yüreğimi dağlayabilir.

Ama ötesinde Allah’ın Rahmet ve Rububiyetini sorgularsam komik duruma düşerim.

Sahabinin ardından semada birer burç halinde salınacak geleceğin “aylarının”, “yıldızlarının” parlatılış ve yükseliş öykülerini/mihnetlerini sorgularsam komik duruma düşerim.

Selimiye’nin temeli, Edirne Eski Saray’a atıldı. Hizmetin temeli ise bu insanlar.

Beş yıl öncesinin bir eli yağda bir eli balda insanlarına,

Beş yıl öncesinin elenmemiş kadrolarına,

Beş yıl öncesinin “imtihan edilmemiş” insanlarına büyük bir “proje” bina edilemezdi.

Hz. Yusuf, zindan hayatı yaşamasaydı Mısır hazinelerine belki yine adaletle hükmedebilirdi.

Ama Hizmet gönüllüleri yer alacakları büyük “projeyi” kaldırabilirler miydi bilmiyorum.

“Para ve makam” şeklinde önümüze çıkan imtihanları geçebilirler miydi bilmiyorum.

Geçemediklerimiz geçemeyeceklerimiz hakkında biraz fikir veriyor.

Bu nedenle Kader “proje” de istihdam buyuracağı herkesi elden geçiriyor.

Tuğlalar pişiyor,

Taşlar traşlanıyor,

Mermerler cilalanıyor,

Camlar, “Muhammedi” bir insibağa boyanıyor. (Sav)

Bu muhteşem “proje”nin harcı, kuyularda ve “kehf” lerde pişiyor.

“Güzel gören”, oyunu okuyabilen; Kader’in tüm hizmet gönüllülerini -hiçbirini unutmadan- avucuna aldığını, yoğurduğunu, şekillendirdiğini görür. Her gün yeni bir grubun “mihnet”in çarkları arasına alınıp ezildiğini, şekillendiğini fark eder.

“Güzel gören”, oyunu okuyabilen; dünyanın dört bir yanına birikim ve donanımlarıyla dağılan, gittikleri yere bir tohum gibi düşenlerin ve onların çocuklarının bir gün nelere tekabül edebileceği tahmin edebilir.

“GÜR BİR SAD” DERKEN…

Yanlış anlaşılmasın “proje” derken “güç” ve “iktidar”ı kast etmiyorum.

İyinin, güzelin; hakkın ve adaletin “gür bir sadâ” olarak temsilinden bahsediyorum.

Kutup yıldızı gibi aydınlık “birey”lerden söz ediyorum.

Her beldede güneş gibi doğacak “Mevlâna misal veli”lere işaret ediyorum.

Sözle, içi boş cedellerle, cedvellerle, excellerle değil pırıl pırıl zihinlerle, ilayı kelimetullahı hakkıyla temsil etmekten bahsediyorum.

Baskı ve zorbalıkla değil, mülayemetle dünyaya “gür bir sadâ” ulaştırmayı anlatıyorum.

Oyunu herkes kendine göre okuyabilir.

İsteyen Allah’ın “Gayret” ve “Kudret”inden ümidini kesip “her şey bitti” diye düşünebilir.

İsteyen “şunlar şunu yaptı… bunlar bunu yaptı…” der atfı cürümlerle dilini ve gönlünü kirletebilir.

Bunlar, dayanıklılık kazanan kiremitlere değil fırının ateşine takılanlar, metanet kazanmaya değil pişme müddetine sabredemeyen ve taşta, çekiçte ve kuyuda boğulanlardır.

Gecesi, duası ve sayi olmayanlar sarsılıyor, savruluyor.

Zor günlerdeyiz.

Proje kendine inanmayanları barındırmıyor, tasfiye ediyor.

Dileyen mesafe koyar, dileyen sadakat imtihanını aşar.

Sürecin bir maksadı da bu belirlemedir zaten.

“ÜMİT HER ŞEYDEN EVVEL BİR İNANÇ İŞİDİR”

Ümitlenip yanılmak ahiretimi karartmaz ama karamsarlık bir kara delik gibi her değerimi yutar ve daha kötüsü ahiretimi karartabilir.

Hicret edeceklerin gitmesi bittiğinde, gidenler gitmeleri gereken yere vardığında, dünyaya yayılan tohumlar o topraklarla bütünleştiğinde, oranın oksijeniyle mayalandığında ve kök saldığında her beldede bir Selimiye inşaatı yükselmeye başlayacaktır.

İnsana yakışan Allah’ın Rububiyetini “terbiye ediciliğini” sorgulamak değil, O’na teşekkür etmektir.

Mimar Sinan uzun yılların ardından “kadrosunu” yani taşını, tuğlasını, mermerini, kurşununu hazır ettiğinde camiyi bitirmesi sadece iki-üç ayını almıştı.

Allah’ın kudretine itimat edenler için “bahar”; “malzemesi” tekâmül ettiğinde kışın bitmesi kadar hızlı, nisan yağmurları gibi ani ve sürprizlerle gelecektir.

Söz ve Sadâ sahibiyle bitireyim:

“Ümit her şeyden evvel bir inanç işidir. İnanan insan ümitlidir ve ümidi de inancı nispetindedir… Ne yiğitçe ve çalımla yola çıkanlar vardır ki, iman ve ümit zaafından ötürü, yarı yolda kalmışlardır. Küçük bir zelzele, gelip geçici bir fırtına, akıp giden bir sel onların azim ve iradelerini de beraber alıp götürmüştür…

Bizim şuna-buna değil, dayanıp darılmayan, azmedip yılmayan ve hele ümitsizliğe asla kapılmayan yol göstericilere; hem de ekmek kadar, su kadar, hava kadar ihtiyacımız var. Hevesle yola çıkıp hevâlarına göre aradıklarını bulamayınca, ya ümitsizliğe düşmüş veya Yaradan’la cedelleşmeye girişmiş olanlara gelince; onlar bizden, biz de onlardan fersah fersah uzak bulunmaktayız…

Bin bir ümit tomurcuğunun tebessüm ettiği ve bin bir tohumun, toprağın altında kara düşecek cemreyi beklediği şu günlerde, ümitten mahrum gönüllere ümit dileklerimizle…” (Sızıntı, Başyazı)
17 Eylül 2018 14:30
DİĞER HABERLER