Samanyoluhaber.com yazarlarından Abdullah Aymaz, eğitim gönüllülerinin Türkiye dışına ilk çıkışlarının ibreklik bir örneğini 'Tacikistan neresi' başlıklı köşe yazısında anlattı.
1994-1995 öğretim yılında Tacikistan’da açılacak yeni okullar için öğretmen ve belletmenlere ihtiyaç vardır. Şelale Eğitim Kurumlarına o sene genel müdür olan Orhan Keskin, bundan önceki görev yeri olan Bursa’da bir toplantı yapar ve “Tacikistan’a gidecek arkadaşlar arıyoruz. Arzu edenler özgeçmişleriyle birlikte bir dilekçeyle başvursun.” der. Başvuranlar arasında liseyi yeni bitirmiş bir genç vardır: Ali Osman Köse. Dilekçe vermiştir ama henüz Tacikistan’ın nerede olduğunu bile bilmemektedir:
“Dilekçeyi verdik, çıktık oradan, herkes birbirine soruyor: ‘Tacikistan neresi ya?’ Sonra bize ‘Ailelerinize söyleyin.’ dediler.
Biz şartlar ne olursa olsun gitmeye karar verdik en baştan. Zaten kendinizi hazırlamışsınız, bilenmişsiniz. Yer farketmez yani. Türkiye dışında herhangi bir yer ama bunu ailemize nasıl kabul ettireceğiz? Nasıl söyleyeceğiz? Tacikistan’da iç savaş olduğunu biliyoruz. On beş yaşında bir insan, sorma ihtiyacı hissediyor. Ben de yakından tanıdığım Asım adındaki bir abiye sordum bunu. Asım Ağabey dedi ki: ‘Hiç korkma sen, git söyle ailene, Allah kerimdir.’ Ben Bursa’dayım, ailem İzmit’te. Aradım telefonla, valide hanım çıktı. ‘Anne ben Tacikistan’a gidiyorum.’ dedim. Annem şaşırdı, ‘Ne kistan?’ dedi. ‘Tacikistan anne, Tacikistan. Ben Tacikistan’a gidiyorum.’ dedim. Annem, ‘Ben anlamam oğlum, babana söyle.’ dedi. Babam aldı telefonu. Ona da ‘Baba ben Tacikistan’a gideceğim.’ dedim. ‘Nereye?’ dedi. ‘Tacikistan’ dedim. ‘Neresi bu?’ diye sordu. ‘Ben de bilmiyorum.’ dedim. ‘Bilmediğin yere nasıl gideceksin oğlum?’ dedi. Sonra da ‘İyi sen bilirsin.’ dedi bana.
Babam öyle deyince çok sevindim. Sevinçten uçuyorum ben, ‘Babam bana ne kadar güveniyor.’ diye. Öbür gün oldu, Orhan Bey’e gittik. Orada durumları uygun olmayan birkaç arkadaşı elediler. Bana ‘Tamam sen gidiyorsun.’ dediler. Neyse akşam eve gittim. Daha kapıdan girer girmez ortalık inliyor: ‘Hayır gidemezsin! Sen nereye gittiğini sanıyorsun!’ Üç-dört gün cedelleştik onlarla. Konuşmadım kimseyle. Yemek yemedim. En son babam teklifler yapmaya başladı: ‘Ben sana market açayım, araba alayım, gitme oğlum.’ ‘Yok’ dedim, ‘ben gitmek istiyorum.’ Neyse sonunda mecburen razı oldular. Babamla beraber gittik emniyete, pasaport alacağız. Emniyet müdürü dedi ki: ‘Nerede bunun annesi?’ ‘Annesi evde.’ dedi babam. ‘Nereden bileyim annesinden kaçırmadığını?’ dedi. Annemi çağırdık. Pasaport işlemlerimiz öyle halloldu.
Nihayet yolculuk zamanı geldi. Kapıdayız, annem hâlâ diyor ki: ‘Gitme oğlum, ne yapacaksın bilmediğin bir yerde, ne işin var?’ Bir de garajdan ayrılışımız vardı. Herkesin ailesi orada. Ayrılığın verdiği bir sıkıntı var. Daha ayrılmadan hasret çökmüş herkese ama bu o kadar kısa sürdü ki. Herkes gülmeye, şakalaşmaya başladı. Gittiğimiz yeri bilmiyoruz. Haritayı arkadaşlar ellerinde gezdiriyorlar, ‘Bakın şuraya gideceğiz.’ diye. Nasıl bir yerdir bilmiyoruz. Bir otobüs insan. İstanbul’a gidiyoruz, oradan uçağa binip Tacikistan’a gideceğiz. Gece İstanbul’a geldik, Fatih Koleji’nde kaldık. Mehmet adında bir ağabey geldi, bize durumu izah etti. Şunlara dikkat edin, bunlara dikkat edin, falan. Bizden önce giden ağabeyler var. Yakup Ağabeyler, İbrahim Bayram Ağabeyler. İbrahim Bayram Ağabey’le imam hatipten tanıştığım için o biraz bahsetmişti bize; savaşın devam ettiğinden, sıkıntılardan… O kadar teslim olmuşsunuz ki Allah o metaneti kalbinize veriyor. Endişe yok yani. ‘Ne olur ne biter, aç mı kalırız, susuz mu kalırız?’ hiç aklımıza gelmiyor.”
(Hacı Ata)