Avusturyalı sosyalist ve gazeteci Max Zirngast,?Eylül ayından beri Türkiye’de tutuklu
Zirngast’ın Washington Post'ta yayınlanan makalesi, özgürlüğü için yürütülen Viyana merkezli yürütülen kampanyaya gönderdiği mektupların bir ürünü. Güney Işıkara ve Alp Kayserilioğlu’nun Türkçeden çevirdiği mektuplar, Jacobin’den Shawn Gude’un editörlüğünde makaleleştirildi, Washington Post’ta yayınlandı.
Washington Post makalesi şöyle:
Hepsi sıradan bir baskın gibi başladı.
11 Eylül günü saat sabah 6’dan biraz önce Türk terörle mücadele polisleri ellerinde bir gözaltı kararıyla Ankara’daki evimin önünde belirdiler. Kitaplarımı yağmaladılar ve birkaç tane sözde suç teşkil eden başlık görüp (çoğu Türk solu hakkındaki siyasi çalışmalardı) beni gözaltına aldılar. Beni Emniyet’e götürürlerken sakin kalmaya, mesafeli ama kibar olmaya çalıştım.
Türk-Kürt diaspora siyasetiyle ilk olarak yaklaşık on yıl önce, Avusturya’da, kendi ülkemde tanıştım. 2015’te siyaset bilimi alanında yüksek lisans eğitimimi bitirmek için Türkiye’ye taşındım ve ülkenin artan otoriteryenliği ve buna karşı örgütlenenler hakkında yazmaya devam ettim. Son birkaç yılda ABD’nin sosyalist yayını Jacobin gibi çok sayıda yayında yazılar yayımladım, barış yanlısı eylemlere katıldım ve genel olarak daha demokratik bir ülke için uğraştım.
Ama bu Recep Tayyip Erdoğan’ın Türkiyesi ve devletin ağır eli muhalif gazetecileri, aktivistleri ve akademisyenleri eziyor. Medya kuruluşlarının bile hedef haline geldiği ülkede (son iki yıldır Türkiye, dünyada en çok gazetecinin tutuklu olduğu ülke ünvanına sahip) eylemlerim dikkatleri çekmek için yeterliydi.
İki aydan fazladır tutukluyum. Hakkımda hala bir suçlama yok.
Gözaltındaki ilk günümde olağandışı hiçbir şey olmadı. Tahta bir zemin üstünde ince bir battaniyeyle uyduğum bir hücreye konuldum. Donuyordum ve ışık saatin üzerinde bana doğru uzanıyordu. Yemekler seyrek veriliyordu ve soğuktu. Ve birkaç gün sonra karnım ağrımaya başladı, ishal oldum.
Emniyet ve savcılık ifademde, otoriteler bana evimde buldukları kitapları (aralarında benim yazdığımı düşündükleri Kürt siyasetiyle ilgili olan bir kitap da vardı), Friedrich Ebert Vakfı’yla (İstanbul’da ofisi bulunan sosyal demokrat bir savunucu örgütü, lakin onlarla hiçbir bağım yok) sözde ilişkimi ve Jacobin için yazdığım makaleyi sordular (Erdoğan’ı aşağıladığını söylüyorlardı). Beni resmen suçlamayı reddedip belirsiz terör suçlamalarıyla tutukladılar.
Benim davam ve benimki gibi diğer davalar, Suudi Arabistan’ın İstanbul’da gazeteci Cemal Kaşıkçı’yı öldürmesinden sonra çizilmeye çalışılan imajda olduğu gibi Erdoğan’ın basın özgürlüğü ve insan haklarına inandığı fikrini yalanlıyor. Tutuklanmam, son birkaç yılda kayıt altına aldığım ve karşı çıktığım otoriteryenliğin bir ispatı.
Kürtlerin haklarını savunanlar özellikle daha ağır bir baskıyla karşı karşıya. Halkların Demokratik Partisi’nin eski eşbaşkanı Selahattin Demirtaş 2016’dan beri tutuklu, Haziran ayında tutulduğu cezaevinden cumhurbaşkanlığına aday oldu. Partinin başka liderleri de cezaevinde. Örneğin HDP Milletvekili İdris Baluken “terör propagandası” gerekçesiyle 9 yıl hapis cezası aldı.
Gazeteciler de bu terörle mücadele bahanesinin ağına kapılıyor. Geçen Aralık’ta Gazetecileri Koruma Komitesi (CPJ) “geçen yıl olduğu gibi bu yıl da CPJ’in mesleki faaliyetlerinden ötürü tutuklu olduğunu tespit ettiği her gazeteci devlete karşı suçlar kapsamında soruşturma altında ya da bu iddialarla suçlanıyor” diye yazdı.
Bu baskının yanı sıra “Gülenci” olduğu iddia edilenlere yönelik tasfiye devam ediyor. Tutuklu bulunduğum yüksek güvenlikli cezaevinde birçok mahpus hükümetin tabiriyle “F... ” üyesi olmakla suçlanıyor. Bugünlerde hükümetin sevmediği herhangi biri Gülenci olmakla suçlanabilir. Buradaki iki düzine asker ve birkaç öğretmenin deneyimleri de benimki gibi. Gözaltına alınma sürecinden iddianame olmaksızın tutuklanmaya, yargılamaya kadar tüm süreç insan haklarını ihlal ediyor.
Böylesi kasti baskılar, öfke ve umutsuzluktan başka bir şey üretmiyor. Türkiye’nin mevcut “terör” anlayışı gelecek yıllarda rejime karşı daha fazla düşmanlık üretecek.
Terörle mücadele polislerinin kapımı çaldığı o Eylül sabahı, benim için Ankara’ya karşı tüm demokratik muhalefeti susturma sürecinin bir parçasıydı.
İddianame bir gün hazırlanacak ama ne zaman kim bilir.
Şimdi kaldığım hücre oldukça pis. Yerdeki sıva dökülüyor, demirler paslı. Çeşme suyu kötü kokuyor. Isıtma çalışmıyor ve yetkililer ziyaretleri zorlaştırıyor. Bizse zamanımızı yabancı diller öğrenip, egzersiz yapıp okumakla geçiriyoruz. Günlerim hücre arkadaşlarımla konuşup Türkiye solu ve faşizm hakkında okuyarak geçiyor.
İfadem sırasında polis, tüm katmanları sıyırıp gizli bir çeşit kötülük bulmak için kim olduğumu “çözmeye” çalıştı. Ama çözülecek hiçbir şey yok. Ben sosyalist ve yazarım. Demokratik bir cumhuriyeti savunuyor, demokratik mücadeleleri destekliyorum. Yaptığım her şeyin arkasındayım.