Türköne: "Bilmiyorduk" diyecekler, bizden özür dileyecekler

Üç yılı aşkın süredir tutuklu olan Zaman gazetesi yazarı Mümtaz'er Türköne ilk kez geniş kapsamlı mülakat verdi.

Türköne cezaevinden Ruşen Çakır'a verdiği röportajda her konuya değindi. Medyascope.tv'de yayınlanan röportaj şöyle:

Öncelikle geçmiş olsun, şimdi nasıl sağlığın? 

Kalp sorunu. Meğer yüzde 20 randımanla çalışıyormuş. Hastanede konsey kararı ile iki damar değişikliği için ameliyat dediler. Jandarma ve savcılığın çıkarttığı engeller yüzünden kabul etmedim. Ameliyat sonrası bakım, refakatçi, ihtiyaçlar, bir yığın izin alınması gerekiyor. Silivri’de daha önce ameliyat olanların çektiklerini biliyorum.

Peki bu haliyle risk yok mu?

Stent taktılar. Geçici bir çözüm. Allah büyük. Ne diyeyim. Tutuklu olmak demek sadece özgürlükten yoksun olmaktan ibaret değil.

Ne kadar zamandır cezaevindesin? 

Üç yılı tamamladım. İlave ikinci aya giriyoruz. 

Yargı süreci ne durumda?

Hem mahkum hem tutukluyum. İkisi de gazetede köşemde yazdığım yazılardan ibaret. Yani gazetecilikten yatıyorum. 

Yazılarda neler vardı?

Sadece iktidara yönelik eleştiriler. Hukuk, demokrasi odaklı eleştiriler. Türkiye’de muhaliflik ile terörist olmak arasındaki çizginin nerede başlayıp nerede bittiğini kimse bilmiyor.

Mahkum olduğun davaya dönelim. Ne kadar ceza aldın, suçlama neydi? 

Mart 2016’da yazdığım bir köşe yazısı. Bülent Arınç’ın Dolmabahçe Mutabakatı üzerine söylediklerini yorumlamıştım. Kendi görüşüm olmadığını da özellikle vurgulamıştım. Galiba zirvelerde rahatsızlık yaratmış. Savcı, şu FETÖ Borsası’ndan açığa alınan İsmet Bozkurt’tu. İfademi alırken, Ceza Kanunu’ndan kulp takmakta zorlandı. Hakaret yok, tehdit veya iftira yok. Sonunda “Cumhurbaşkanı’na suikast ve fiili saldırı suçu”nu düzenleyen 310’uncu maddeden bir dava açtı. Karar duruşmasında sordum, 310’uncu maddenin içeriğini bilmiyordu.

Ne dedin? 

Fiili saldırının ne anlama geldiğini, Türkçe dilbilgisi kurallarına göre elimden geldiği kadar sadeleştirerek anlattım. Sonra, bir gazete makalesi ile fiili saldırı suçu işleyebilmek için aklıma gelen tek örneği verdim. Onu da tane tane anlattım. Bu gazete makalesini makasla keser bundan kağıt uçak yapar, sonra havaya fırlatır, o da gidip birinin gözüne değer. Aklıma bir şey gelmiyor dedim.

Ne kadar ceza aldın?

4 yıl 2 ay. İstinaf onayladı. Garip, İstinaf’ın gerekçesi de yok. Ceza beş seneden az olduğu için Yargıtay’a gitmedi ve kesinleşti. Şimdi paşa paşa bu mahkumiyeti yatıyorum. Anayasa Mahkemesi’nin hak ihlali kararı vermesini bekliyorum.

Peki tutuklu olduğun dava?

Zaman Gazetesi davası. Şahin Alpay ile Ali Bulaç’ın Anayasa Mahkemesi’nde hak ihlali kararı verdiği dosya. Benim durumum da aynı. Ama Anayasa Mahkemesi önceliği tutuksuz sanıklara veriyor. Ali Bulaç hakkındaki kararı böyle. 

O davada durum ne? Neyle suçlandın?

İstinaf onayladı, Yargıtay’da. Terör örgütü üyeliğinden 10 buçuk sene verdiler. Bu dosyada da sadece eleştiri mahiyetinde köşe yazılarım var. İki sakatlık var. Birincisi, 2014 yılı Mart ayında açılmış bir soruşturma. Suçlama da 17/25 Aralık Darbesi yapmak. 

İkincisi, gazete yazıları ile örgüt üyeliği arasındaki bağlantıyı nasıl kurduklarını anlamak mümkün değil. Yayınlandığı tarihte, Basın Kanunu’na göre üç aylık zaman aşımı süreci olan ve hiçbiri hakkında soruşturma açılmamış yazılar bunlar. İddianame’de on tane idi. Bu sadece başlık. Beni de cümle değil, cümle içinden çekilmiş ibarelerle suçladılar.

Terör suçlaması nasıl temellendiriliyor? 

Bu çok iyi bir soru. Çünkü mantıklı, akla uygun, hukuka uymasa bile kulağa uygun gelen bir cevabı yok bu sorunun. Mevcut kanunlar sorunlu olmasına rağmen, onlara da uymuyor. Üç ağırlaştırılmış müebbet talebi ile yargılandık. 

(Terörle Mücadele Kanunu) TMK’daki meşhur madde de “cebir ve şiddet ile” diye başlıyor. Sonunda Yargıtay çok büyük bir keşfe imza attı ve ibareyi görmeyi başardı. Nazlı Ilıcak ve Ahmet Altan’ın kararını “cebir ve şiddet” mevcut olmadığı için bozdu. 

“Onlar gazeteci değil, terörist” sözü bu duruma mı dayanıyor?

Evet. Terörist yaftası çok hafifledi. İnan bu kadar yaygın kullanımına bakarak çoğu mühim suratın “terör” kelimesinin anlamını bile bilmediklerini fark ettim. Bilirsin bu kelimeyi siyasi bir kavrama oturtan Robespierre’dir. Neticede onların icadı. 

Bizde nihayetinde eleştiride bulunmak terör eylemi olarak görülüyor. Ekonomik terör, meyve-sebze terörü, trafik terörü gibi kullanımların hepsi yanlış. Gerçek terörü gel de tarif et, bir kalıba dök. Ne mümkün?

Umutlu musun?

Umut fakirlerden çok mahpusların ekmeği. Ben ülkem adına umutluyum. Türkiye hukuk eksikliği yüzünden önce sosyal sermayesini, güven ortamını kaybetti. Şimdi ekonomik sermayesini ve geleceğini kaybediyor. Yüksek yargıda, hukuk devletini değil ama kendi itibarlarını kurtarma telaşı var. 

Enkazın altında ilk kalanlar onlar. Eninde sonunda hukuka dönülecek; yoksa bu ülke her şeyini kaybeder. (Anayasa Mahkemesi) AYM ile Yargıtay arasında hukuka dönüş pazarlıkları hissediliyor. AİHM, vananın başında kapalı tutuyor, üzerine sel gibi gelecek davalardan ürküyor. Bu da gecikmeye yol açıyor. Ama AYM ve Yargıtay kurumsal itibarlarını bu enkazdan çıkarabilmek adına kıpırdanıyor. 

Mesela hâlâ hukuka dönüş değil, kurumsal-bürokratik itibar yoksa terör suçlarında bütün kanun maddelerinde daha ilk iki kelimede öne çıkan “cebir ve şiddet” şartını görmemeye çalışarak daha ne kadar karar verebilirler. Bizim için Nazlı Ilıcak, Ahmet Altan kararı bir hamleydi, fiili sonuç doğurmuyor, insanlar hâlâ hapiste. Olsun, hiç olmazsa haklı olduğumuz tescil ediliyor. 

Sonuçtan eminsin yani?

Elbette. Beraat edeceğimizi, bugün ortada dolaşanların “Aaa… biz bunları bilmiyorduk” diyeceklerini, özür dileneceğini, tazminatlar ödeneceğini biliyoruz. Şu tutukluluğun cezaya dönüştürülmesi meselesi var ya. 

Tabii medya ile ilgili bir işletim sisteminin parçası bu. Medya korkutucu bir güç. Korku da dağları bekliyor. 250 gazetecinin hapiste olmasını mertçe, dürüstçe açıklayabilecek birileri var mı? 

Peki içeriden dışarıdaki atmosferi nasıl görüyorsunuz?

Duygular egemendi. “Algı oluşturmak” diye bir tabir bu döneme damgasını vurdu. Hatta böyle bir suç da icat edildi. Gerçekler değil, algılar… Algı muhakemeyle değil duygulara hitap edilerek yapılır. 

Ama eninde sonunda bu geçici durum sona erer ve gerçekler egemen olur. Giderek derinleşen ekonomik kriz, algıların yerine gerçekleri yerleştiriyor. Açlığı, yoksunluğu hiçbir algı ile telafi edemezsiniz.

“Deniz bitti” diyorsun 

Her iktidarın dayandığı bir ekonomik iskelet vardı. O iskelet çöktü. Siyaseti “Kim, neyi, nerede, nasıl, ele geçiriyor?” sorusunun cevabı olarak tanımlayanlar vardır. Meksikalı bir şair, iktidar ağını şöyle tasvir ediyor: Bir ana iskeletten uzanan, kollar üzerine çanaklar, kazanlar, tabaklar yerleştirilmiş. 

Arılar çalışıp kocaman bir tankı balla dolduruyor. Biri de sabit bir bisikleti, tepesinde pedallara çevirip, bu ana tanktan bir hortumla çanakların tepesine bal pompalıyor. Bal akınca kazanları, onların altındaki kapları, taşınca küçük çanaklara dolduruyor. Bir yığın eşek arısı da bu çanaklara üşüşüyor. Şimdi hortumdan akış durdu. 

Yani pasta küçüldü. Bu şartlarda iktidar çarklarını işletemezsin. İktidara çelik çekirdeği içinde kavga büyür, rekabet büyür ve çözülme başlar. Kamudan kamuya geçen şirketlerden reklam gelirleri azaldı. Konut sektöründe çok az şirket ayakta kaldı, hediye olarak konut dağıtılamıyor artık. Sistem çöktü. Kalemşorlar, tetikçiler işten atılıyor. 

Yanlışı nerede yaptılar? 

Türkiye’nin yaşadığı ekonomik kriz, bir hukuksuzluk krizi. Hukuk aynı zamanda rasyonalite, güven ve öngörebilirlik demek. Serbest piyasa kurallarına, mülkiyet hakkına dair endişeler var. Daha önemlisi iktidar çekirdeği içindeki çözülmenin arkasında farklı çıkar grupları var. 

Ak Parti, 28 Şubat ve 2000-2001 krizi mağduru Anadolu sermayesinin temsilcisi olarak iktidara geldi. 2011’den sonra kent rantına ve devlet ihale ve lisanslarına dayanan müteahhitlik, dolayısıyla inşaat sektörü ile mimarisini sınırladı. Finans sektörü ile inşaat sektörü arasında kurulan karlı alışveriş reel sektörü, özellikle sanayi, imalat sektörünü dışarıda bıraktı. 2016 sonrası bir tür devlet kapitalizmine geçiş, hukuk güvencelerinin çekilmesi ile ekonominin kimyasını alt üst etti.

2015 yılı ekim ayında Ahmet Davutoğlu hükümetinde Ali Babacan bir OVP (Orta Vadeli Program) açıklamış ve reel sektörü destekleyeceklerini, kredi imkanlarının öncelikli olarak bu sektöre aktarılacağını söylemişti. Cumhurbaşkanı Erdoğan ile hükümet arasında bu program üzerinden kamuoyu önünde bir polemik yaşadı. 

Cumhurbaşkanı “İnşaat sektörünü ezdirmem” anlamına gelen bir çıkış yaptı. Bugün tam olarak bu iki farklı çıkar grubu karşı karşıya. Ne var ki inşaat sektörünü diriltmenin imkanı kalmadı. Kent rantı üzerinden ve ihalelerden çok kolay para kazanılan bu sektörde deniz bitti. Bir milyon konut stoku var ve devlet bankalarının konut kredi faizlerini düşürerek derde deva olamazsınız.

Finans sektörü...

En son şu munzam karşılıklarda devlet bankalarına ayrıcalık tanınması, özel bankaların dışarıda tutulması tipik bir gösterge. Finans sektörü, yani finans kapital mevcut iktidarın artık arkasında değil. İçinden geçtiğimiz ekonomik kriz 2000-2001 krizinden çok farklı. 

Rakamlar çok büyük en başta. Sonra, 2001’de kriz finans sektörünün eseriydi, bugün reel sektör çöküyor. Yönetilmesi ve içinden çıkılması çok daha zor. 

RÖPORTAJIN TAMAMINI KAYNAĞINDAN OKUMAK İÇİN TIKLAYINIZ

27 Ağustos 2019 11:00
DİĞER HABERLER