1966’nın başında M. Fethullah Gülen Hocaefendi İzmir’e geldiği zaman tarihî Kestanepazarı Camiinde vaaz ediyordu ama Ege Umumî Vâizi idi. Hem de İzmir İmam-Hatip ve İlahiyatta Talebe Yetiştirme Derneği Yurdunun müdürü idi. Hem oradaki hazırlık sınıflarının öğrencilerinin akşama kadar derslerine giriyordu. Hem de bizim gibi İmam-Hatip Lisesine devam edenlere fıkıh dersleri veriyordu. Ayrıca cumartesi ve Pazar günleri bütün talebelere bazen üç saat süren tehzîb-i ahlâk sohbetleri yapıyordu… Bu sohbetlerde verilen misaller hep asr-ı saadetten ve İslâm tarihindendi. Ama hep bir siyer felsefesinden söz ediyordu. Asr-ı saadette gerçekleşmiş olayların ve çözümlerin aslında daha sonra kördüğüm haline gelmiş problemleri çözecek anahtarlar olduğunu söylüyordu…
İzmir gibi bir yerde bir kimse eğer tam olarak zekâtını veriyorsa biz onun çok cömert birisi olduğunu zannediyorduk. Halbuki Hocaefendi zekatı anlatırken, kırkta bir zekatın, CİMRİ ZEKATI olduğunu, onun en alt limit olduğunu yani hiç olmazsa kırkta bir kadar olsun mânasına olduğunu, aslında Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömerler ve Hz. Osmanlar (R. Anhüm) gibi verilmesi gerektiğini olduğunu anlatıyor aksi takdirde İslam dünyasının cehaletten, fakirlikten kurtulmasının mümkün olmadığını, bilhassa eğitimi üzerinde çok durulması gerektiğini öğütlüyordu.
“Ne verirsen elinle, o da gider seninle… Bir kiremitin de senin olsun, bir tuğlan da senin bulunsun” diyerek toplananlarla üç beş senede bir cami, bir Kur’an Kursu yapmakla bütün görevlerini yerine getirmiş olduklarını zannedenler için bu, yepyeni bir mesajdı… Sanki, liselerde, meslek okullarında ve üniversitelerde okuyanlar, okuması gerekenler başkalarına aitti… Sadece Kur’an Kurslarında, İmam-Hatip ve İlâhiyatta okuyanlar vardı… İslâm dünyası aslında cehaletten, fakirlikten ve tefrika ile birbirini yemekten âdeta yerlerde sürünüyordu. Ve sanki “leş kesilmiş” bu âlemi diriltip ayağa kaldırmak gibi hiç kimsenin üzerine düşen bir yokmuş gibi bir vurdum duymazlık vardı…
Bir fizik kanunu gibi “Aynı ağırlıktaki yükleri ancak aynı ölçüdeki güçler kaldırır” diyerek Hocaefendi, İslamiyet öncesi sıkıntılardan Ashab-ı Kiramı ayağa kaldıran prensiplerin, güzelliklerin aynı şekilde günümüzde de uygulanmasıyla kördüğüm olmuş bu problemlerin çözülebileceğini ifade ediyordu.
Artık himmetler yapılırken, Peygamber Efendimizin (S.A.S.) zorlu Tebuk seferi öncesinde yaptığı ashab efendilerimize (R.Anhüm) “Ya Ebu Bekir, ya Ömer, ya Osman ne veriyorsunuz?” diye sorduğu gibi onların da mallarının, hepsini, yarısını veya erzak yüklü yüzlerce deveyi himmet ettiği gibi cömertliklere şahit olunuyordu… Bu da hızlıca Eğitim Hizmetlerinin yaygınlaşmasına vesile oluyordu. Tabii her zaman olduğu gibi sanki herkes İslam uzmanıymış gibi itirazlar da yükseliyordu: “Böyle olmaz… Bu genç hoca nereden çıktı?.. Eski köye yeni âdet getiriyor… Bu riyâ olur canım… Gösterişten öte bir şey değil bunlar. Bir kere sağ elin verdiğini sol el görmeyecek… Âyette Cenab-ı Hak SİRRAN buyuruyor… Böyle şeyler gizli olacak… İnsanlar riyakârlığa sürükleniyor… Vs…”
Bu ve benzeri itirazlar aslında Bektaşî şakalarına benziyordu. Hani bir Bektaşi'ye sormuşlar: “Erenler, niye namaz kılmıyorsunuz?” Demiş ki: “Kur’an’da ‘Lâ takrabu’s-salâte’ (Yani namaza yaklaşmayın) diye bir âyet var, onun için…” Bunun üzerine peki “Devamında ‘Ve entüm sükârâ’ (Yani sarhoş olduğunuz halde’ diye bir ifade var.” deyince, o da “Ben o kadar hâfız değilim.” diye karşılık vermiş…
Çünkü, Ra’d Suresinin yirmi ikinci ayetinde geçen ‘Sirran” kelimesinin hemen devamında “Ve alâniyeten” (Yani, alenî olarak, açıkça) kelimeleri de var… Hayırda yarışmak için alenen, herkesin huzurunda da verilecek…
Hem Kur’an-ı Kerimi en iyi kim anlar ve en iyi kim tatbik eder? Peygamber Efendimiz (S.A.S.) değil mi? Sahabelere “Ne veriyorsunuz?” diye o sormamış mı? O zaman bu mesele nasıl riyaya girer. Hâşâ bu muamele nasıl riyakârlık olabilir? Ama işte siz buna haset deyin, fesat deyin ne derse deyin, maalesef şu anda zalimliğe ve gaddarlığa bürünen bu itirazlar hep vardı. Arkadan arkaya hep körüklenip duruyordu. Hele hele hizmetin böyle fedakârlıklarla ülkeye yayılıp, hatta ülkeden taşıp 180 ülkede, bütün cihanda kendisini göstermesi karşısında bu haset ve fesat âdeta çıldırdı ve bu müthiş ve zorlu süreç başladı. Elbette hayrı da, şerri de yaratan ve yarattığı herşeyde mutlaka bir güzellik bulunan Cenab-ı Hakkın bu meselede de ne güzellikler sakladığını inşaallah sonra göreceğiz… (Secde Suresi, 32/7)
Ama şunu unutmayalım: Bu Hizmetin, temeli de, karkası da çok sağlamdır, çünkü Kitap ve Sünnet esasları üzerine kuruludur. Onun için, bu ateşten imtihan olan süreçte bile az öz kalsalar dahi dimdik ayaktadır. Cenab-ı Hakkın inayetiyle inşaallah öyle kalacak ve kıyamete kadar devam edecektir. Bundan kimsenin şüphesi olmasın… Biz yeter ki, işimize bakalım… Bütün cihanın bu güzelliklere çok büyük ihtiyacı var… Bunları anlatmak ve yaymak için illâ ki büyük binalar ve müesseselere ihtiyaç yoktur. Bizim elden geldiği kadar temsil ederek yaşamaya gayret edelim, onları sevdirecek, gönüllerde “vüdd” (yani sevgi) yaratacak Cenab-ı Hak'tır…