Doğduğumuz Toprakları Bize Dar Ettiler

  • Harun Tokak
  • Harun Tokak
    18 Ara 2022 12:36


    Düşler şehri Mekke’de rüyalar yollarla başlıyor, yollarla bitiyordu. 
    Ardı arkası kesilmeyen horlanmalar, hakaretler, işkenceler, inanan insanları canından bezdirmişti. Bu topraklarda daha fazla kalırlarsa ya imanlarından ya da canlarından olacaklardı.  
    Mekke’nin inananlar için ateş yurdu olduğu o günlerde İnsanlığın Efendisi, mazlum Müslümanlara; 
    “Siz isterseniz yeryüzüne dağılın. Allah elbette sizleri bir araya getirecektir.” demişti.
    Bedenleri ile birlikte yürekleri de yaralı müminler; 
    “Nereye gidelim!” diye sorduklarında, “Habeşistan’a!” demişti. “Orada halkına zulmetmeyen adil bir hükümdar var.”
    Arap kabileleri Müslümanları himaye edemezlerdi.
    Artık yol belli, menzil belliydi…
    Hazreti Ömer’in akrabası Leyla Hatunlar da toparlanıyordu. Ömer ibn Hattâb duydu ve onlara uğradı.
    “Ey Abdullah’ın annesi! Demek yolculuk var, öyle mi?” dedi. Bu kadarı Leyla Hatun’a fazla geldi.
    “Evet! Allah’a yemin olsun ki zulmünüz canımıza yetti! Çıkıp gidiyoruz işte!” 
    Ömer ibn Hattâb, sadece inançları yüzünden müminlere yapılanlarla bir kere daha yüzleşti.
    Koca Ömer, üzüntüsünden boş bir çuval gibi kapının eşiğine çöktü. Henüz daha Müslüman değildi ama vicdanı vardı. 
    Kısık bir sesle,“Allah yardımcınız olsun!” diyebildi. 
    Bir şafak vakti… 
    Şehir derin uykudaydı. İlk, Hazreti Osman çıktı evinden. Yanında, Peygamberimizin rikkatli ve zarif kızı Rukiye de vardı. Her ikisi de yağmur yüklü bulutlar gibiydi.
    Hazreti Hatice annemizin gözyaşları sel olup aktı. İncelerden ince kızına sarıldı, gözlerinin içine bakıp bakıp ağladı. Zeynep, Ümmü Gülsüm ve Fâtıma da sarılıp ağladılar. 
    Bu, bir baba olarak Güllerin Efendisi için hazin bir durumdu. Fakat müminlerin birer tohum gibi yeryüzünün bağrına saçılmalarını ve güneşin doğup battığı her yere İslam’ın nurunu taşımalarını arzu ediyordu.
    Derken, kerpiç evlerin kapıları bir bir açıldı. Evlerdeki kandiller bir bir söndü, kapılar kapandı. Muhacirlerin bazıları anahtarlarını kapıların duvarın kovuğuna sakladı, bazıları yanlarına aldı.
    Hepi topu on iki erkek ve beş kadındı.
    Onlar aslında Kureyş’in seçkin, asil insanlarıydı. Hazreti Osman ve Ebû Huzeyfe gibi Ümeyyeoğullarının zenginleri, Abdurrahman ibn Avf gibi tüccarlar, Mus’ab ibn Umeyr gibi ailesinin üzerine titrediği, varlık içinde yaşamış aristokrat gençlerdi.
    Onlar bu şehrin havasından, suyundan rahatsız olduklarından, şehri sevmediklerinden, daha güzel bir yer bulduklarından değil, imanlarını korumak için gidiyorlardı.
    Ve gittiler…
    Muhacirlerin gittiği günden beri Allah Resûlü, Habeşistan taraflarına bakıyor, oradan gelecek güzel bir haber bekliyordu. Nihayet Habeş yönünden gelen bir kadının sözleri Güllerin Efendisi’nin yüreğine su serpti… 
    “Damadını ve kızını gördüm. Kızın bir merkebin üzerindeydi, damadın da merkebi sürüp götürüyordu.” 
    Allah’ın Resûlü çok sevindi. 
    Mekke her geçen gün ateşi yükselen bir cehenneme dönüyordu. 
    Güllerin Efendisi, inananlara yeniden Habeş ülkesini işaret etti. 
    İleride cihan çapında güzelliklere vesile olacak bu bir avuç insanı korumak istiyordu. 
    Evlerde yeniden göç hazırlıkları başladı. Bu ikinci göç dalgası, birinciye göre oldukça kalabalıktı. Yüz kişi kadardı.
    Kafile başkanı Hazreti Ali’nin ağabeyi Ca’fer-i Tayyar’dı.
    Ne uğurlayanları vardı ne el sallayanları.
    Müslümanların Habeşistan’a göç etmesi sadece Mekke’deki işkencelerden kurtulmak için değildi. Nitekim hicret eden sahabelerden birçoğu Mekke’de en az işkence gören kimselerdi. Bu da gösteriyordu ki yüce bir davaya gönül vermiş kimsenin, gerektiğinde yurdunu yuvasını terk etmesi gerekiyordu. 
    Hazreti Peygamber onlara “Gidin!” derken, merkezde her geçen gün sayıları artan Müslümanları muhite yayarak hedef küçültmek istemişti
    O günlerde Allah’ın Resûlü, Necâşî’ye bir mektup gönderdi. Mektubunda hem Necâşî’yi hak dine davet ediyor hem de kendi ülkesine sığınan Müslümanlara sahip çıkmasını istiyordu. 
    Yiğit amca Ebû Tâlib de Necâşî’ye bir mektup göndermiş, düşüncelerini günün en etkin iletişim vasıtası olan şiirle dile getirmişti.
    Kahraman amca Ebû Tâlib, sadece yeğeni Muhammedü’l-Emin’i Mekke’de koruyup kollamakla kalmıyor, aynı zamanda O’nun emanetlerine sahip çıkmak için deniz aşırı ülkelere sesini duyurmaya çalışıyordu. 
    İkinci kafilenin de birinciler gibi alışmaları zor olmadı. Muhacir Müslümanlar Necâşî’nin himayesinde huzurlu bir hayat yaşıyor, eziyete uğramadan ibadetlerini yapıyorlardı. 
    Hicret, Müslümanların zayıflığını değil gücünü göstermişti. Muhammedî ruh, kentin en soylu hanelerine bile girmiş, her ailenin bir parçasını koparıp kendine katmıştı. Katmaya da devam ediyordu. 
    Müşrikler, geride kalan bir avuç Müslümana düşmanlıklarını daha da artırdı ve eskisinden daha fazla eziyet etmeye başladı. 
    Muhacirler, Mekke’de neler olup bittiğini yakından takip ediyorlardı. Orada, uğruna ölümü göze aldıkları Peygamberleri ve işkenceler altında kıvranan mazlum kardeşleri vardı. 
    Mekkeli müşrikleri, kalanlardan ziyade gidenler korkutuyordu. Kalanlar gözlerinin önündeydi. Gidenlerin neler yaptıklarını ve yapacaklarını kestiremiyorlardı.
    Bir gün muhacir Müslümanlar arasında acı bir haber yayıldı. 
    Mekke yönetimi, onları geri getirmek için Necâşî’ye bir heyet göndermişti. 
    Demek müşriklerin zulmünden azade olmak için başka bir ülkeye hicret etmek yetmiyordu. Zalim zulmünü terk etmiyor, elinden geleni ardına koymuyordu. 
    Sonuçta kendileri küçük bir topluluktu ve devletlerin kendi aralarında kolay vazgeçemeyecekleri pek çok menfaat ilişkileri olurdu. 
    Müslümanlarsa henüz hicret mekânına gözle görülür bir fayda sunamamış, kendilerini yeteri kadar anlatamamışlardı. 
    Muhacirler bir gün saraya çağrıldılar. Necaşi elinde asası ile görkemli tahtında oturuyordu.
    İade talebi için Mekke’den gelen Amr ibn As başkanlığındaki heyet de oradaydı.
    Devlet erkânı, şehrin ileri gelenleri, âlimler, patrikler, manastırlarında ibadete çekilmiş keşişler yerlerini almıştı. Ne de olsa tarihi bir karar verilecekti. 
    Bu, Müslümanlar için müthiş bir fırsattı. Sadece Necâşî’nin değil, tarihin önünde davalarının hakkaniyetini savunacak, vicdanı ölmemiş herkese, dini, ırkı ne olursa olsun, mazluma sahip çıkmaları dersini vereceklerdi.
    Necaşi, Mekke’den gelen heyeti Müslümanlara göstererek, 
    “Bu adamlar sizi götürmeye gelmişler.” dedi. 
    “Ey Melik!” diye söze başladı Hazreti Ca’fer. 
    “Bunlara sorar mısınız biz, yakalanıp efendilerine iade edilecek köleler miyiz?” 
    Necâşî, Mekke heyetinin başkanı Amr ibn Âs’a baktı. 
    “Hayır! Onlar köle değil, hürdürler!” dedi Amr. 
    “Acaba biz haksız yere bir kimsenin kanını mı döktük de kanı dökülenlere iade mi edileceğiz?” 
    “Hayır, bir damla bile kan dökmediler.” 
    “Başkasının mallarını çaldık ya da gasp mı ettik?” 
    “Hayır.” 
    Necâşî daha fazla dayanamadı: 
    “O halde siz, bunlardan ne istiyorsunuz?” 
    Ca’fer-i Tayyar kartal bakışlarını Melik’e doğru dikerek, hakka tercüman olmanın gürleştirdiği, yâd ellerde bile rahat bırakılmayışın, duygu ve derinliğin yansıdığı bir sesle konuşmaya başladı: 
    “Ey Melik! Biz cahil bir millettik. Putlara tapardık. Kendi kız çocuklarımızı diri diri toprağa gömer, her türlü kötülüğü meşru görürdük. Kuvvetliler zayıf olanlarımızı ezerdi. Allah bize doğruluğunu, eminliğini, iffet ve temizliğini, soyunun düzgünlüğünü bildiğimiz bir peygamber gönderdi. O bizi, Allah’a inanmaya, O’na ibadete, bizim ve atalarımızın taptığı tağutları terk etmeye davet etti. Biz de kabul ettik ve iman ettik. Bu yüzden kavmimiz bize düşman olup zulmettiler, işkence yaptılar. Oradaki kardeşlerimize hala da yapıyorlar. Kendi doğduğumuz toprakları bize dar ettiler. Biz de yurdumuzu, yuvamızı bırakarak senin ülkene sığındık. Senin himayene, komşuluğuna güvendik. Senin yanında haksızlığa uğramayacağımızı ummaktayız.”
    Necâşî, Hazreti Ca’fer’in cesaretinden, alev saçan gözlerinden, hikmet dolu sözlerinden çok etkilendi. 
    “Sen, Kur’an’dan biraz biliyor musun? Onu bana oku!” dedi. 
    Hazreti Ca’fer Meryem Sûresi’ni okumaya başladı. 
    Cafer’in çiçek çiçek açan sesiyle saray sarsılıyor, kirpikler ıslanıyor ve başka bir âlemden kopup gelen aydınlık bulutlar yağmur olup gözlerden yağıyordu. Necaşi ağlıyor, yaşlı patrikler, keşişler ağlıyor, gözlerinden akan yaşlar, ağarmış sakallarını, siyah elbiselerini ıslatıyordu. 
    Hazreti Ca’fer Kur’ân okumayı tamamladığında Melik, 
    “Ey Ca’fer! Bu tatlı ve güzel kelamdan biraz daha oku.” dedi. Hazreti Ca’fer, bu sefer de Kehf Sûresi’nden okumaya başladı. 
    Rahipler öyle ağlamaya başladılar ki kendilerinden geçtiler. 
    “Vallahi, bu vahiy kandilinden fışkıran bir nurdur!” dedi Necâşî. “Ben şuna inandım ki “O Allah’ın Resûlü’dür. Zaten biz O’nu İncil’de görmüştük. Meryem oğlu İsa O’nu bize haber vermişti. Vallahi eğer O, buralarda olsaydı gidip O’nun ayakkabılarını taşır, ayaklarını yıkardım! Ülkemde istediğiniz kadar kalabilirsiniz. Huzur ve güven içinde yaşayınız.” dedi. 
    Müslümanlar, sevinçlerinden birbirlerine sarılıp ağladılar. 
    Demek birbirini tanımayanlar için hakikatte buluşmak, merhametin dilini konuşmak mümkündü.
    Melik, Mekke heyetine  dönerek tarihin alnına bir çelenk gibi asılacak olan şu sözleri söyledi;
    “Vallahi, ben bu insanları asla size teslim etmem.”  

    18 Ara 2022 12:36