Dünyayı Döndürürüm

  • Harun Tokak
  • Harun Tokak
    17 Mar 2024 12:30


    İskandinav ülkesine ilk geldiğim günlerdi.
    Ramazan kapıdaydı.
    Gecenin siyah saçlarına incecikten kar yağıyordu.
    Akşamın alaca karanlığında eski ahşap evin hafif buğulanmış penceresinden sokağa bakıyordum. 
    Ardında beyaz izler bırakarak, iki yanı düzgün traşlanmış bodur bahçe ağaçları ile kaplı dar yoldan iki kişi bize doğru geliyordu. 
    Üşüyen sokak lambasının loş ışığında dikkatlice baktım. 
    Evet, oydu. 

    “Hacı Murad!” diye seslendim.
    Başını kaldırarak kar beyazı gibi gülümsedi.
    Gurbetin bu ilk gününde eski bir dostla karşılaşmak yangın yeri yüreğime, umutsuz bir orman yangınının üzerine yağan sürpriz yaz yağmurları gibi geldi. 
    Sonradan anlayacaktık ki gurbet günleri hep böyle soğuk, yüreklerimiz hep yangın yeri olacaktı. İnsanın gurbette kış ya da yaz fark etmeksizin hep üşüyeceğini zamanla öğrenecektik.

    Doğu hizmetinden sonra Sibirya taraflarına gittiğini duymuştum.” dedim Hacı Murada.
    “90’lı yıllarda önden giden atlıların her biri dünyanın bir yerine koşarken bizim de nasibimize Sibirya düştü.” dedi.
    Birlikte geldiği gence baktığımı fark edince; 
    “Bu bizim Hüseyin, rehber Hüseyin.” dedi. 
    Esmer güzeli, ince, uzun boylu bir civan Hüseyin. Masum ve mahzun bir melek. 
    “Nerelisin?” dedim Hüseyin’e.
    Mahcup bir eda ile 
    “Kütahya.” dedi.
    “Ben de Uşaklıyım, hemşeri sayılırız.” dedim. 
    Yaralı bir ceylan bakışlıydı Hüseyin’in gözleri.
    “Hüseyin; yeni evli, doktor olan eşi Türkiye’ye gitmişti, dönemiyor.” dedi Hacı Murad. 
    “Neden?”
    Havaalanında tuttular, yurtdışı yasağı koydular.
    Hüseyin birden yarası açılmış ceylan gibi hüzünlendi, gözleri doldu. Benim de içim kıyıldı. Bir süre hepimiz sessiz kaldık. Bir teselli cümlesi gelmedi aklıma. Yarasını fazla deşmek de istemedim. 
    Belli ki eşini çok seviyordu. O an Hüseyin’in gözlerinden taşan hüzünlü ışık hüzmesinden, birbirini seven iki insandan daha mutlu bir kimsenin olmayacağına hükmettim. 
    Odadaki derin sessizliği ahşap konağın sokak kapısının sesi bozdu.
    Az sonra karların, karanlıkların arasından gür ve siyah kaşların kendisine ayrı bir heybet verdiği Bahaddin Hoca… Doğunun yiğit evladı Bahaddin Karataş Hoca çıkıp geldi.
    “Vayyy! Sen de mi buradaydın?” dedim.
    Yılların hasreti ile sarıldık birbirimize.
    Saçları, beyaz papatya tarlası gibi ağarmış. Yüz çizgileri derinleşmişti. 
    “Hizmet delisi” bu insanlarla Doğu’da üç yıl birlikte çalışmıştık.
    Onlar da benim gibi yaşlanmıştı.
    Doğu’nun o güzel günleri gelip oturdu içimize.
    “Geçenlerde senin okulu tomalarla bastılar.” dedim Bahaddin Hocaya.
    “Televizyondan izledim.” dedi, “O günden beri bağrımda fırtınalar kopuyor. Ne emekler ne gözyaşları vardı. Hacı Kemal Ağabey o okulu tamamlayınca ‘Oldu bu iş.’ diyerek bir taşın üzerine oturup ağlamıştı.”
    Kar, gece, gurbet ve kadim dostlar… 
    Ve bir de demli çay…
    Derken sohbet koyulaştı.
      “Doğu’da hangi yıllarda bulundunuz?” dedi rehber Hüseyin.
    “1990’lar.” dedim, “Doğu'da terörün gittikçe tırmandığı yıllardı. Yollar kesiliyor, otobüsler durduruluyor, daha hayatının baharındaki kızlar, delikanlılar dağlara devşiriliyordu. Geceler kurşunlanıyor, o kurşunlar anaların yüreklerinden geçiyordu. Çatışmalar bazen evimizin yakınında cereyan ediyordu. Çocuklarım küçük olduklarından çok korkuyorlardı. 
    Doğu’nun ilk koleji rahmetli Hacı Kemal Ağabey’in büyük emekleri ile inşa edilen Serhat Lisesi 1990’da eğitime başladı. Bu muhteşem okul özgün mimarisi ve zarafetiyle; sahile oturup, ayaklarını Van Gölü’nün sodalı sularına uzatmış, sonsuz ufuklara bakan bir güzel gibiydi. 
    Bahaddin Hoca, baharın en görkemli müjdecilerinden biri olan bu bereketli okulun genel müdürüydü.
    Yörenin dilini, kültürünü çok iyi biliyordu. Onunla gittiğimiz her mahfilde saygı görüyor, hürmetle karşılanıyorduk. 
    Yeri doldurulmaz bir insandı.
    Bir kış gecesi Bahaddin Hoca’yla Erciş’ten gelirken arabamız karda kaydı. Kadınlar ve çocuklar ağlamaya başladılar. Gece, sabaha doğru yürürken sonsuz bir beyazlığın ortasında hayalet gibi duran ağaçlar, düşman askerleri gibi üstümüze üstümüze geliyordu.
    Telefon imkânı da olmadığı için sabaha kadar ya soğuk ya da oralarda kol gezen terör hepimizi teslim alacaktı. 
    Neyse ki bütün ışıklarını yakarak karanlık suları yaran bir gemi gibi gelen otobüs gecenin soğuk ve karanlık kollarından aldı bizi.
    Ölümün pusu kurduğu yollar bizimdi.
    Yine bir akşam vakti Hakkâri’ye giderken “Galiba buraya kadarmış!” dediğimi bugün gibi hatırlıyorum. Hepi-topu dört arkadaştık. Cilo Dağları’nda gün batımıydı. Yirmi kadar kişi ellerinde kalaşnikoflarla yolumuzu kesti. Başlarında siyah-beyaz poşular, üzerlerinde haki parkeler vardı.
    Arabayı kullanan arkadaşımız dudakları titreyerek “Duralım mı?” dedi.
    “Hayır!” 
    Arkamızdan ateş ederler diye bekledik, etmediler. Ölümün soğuk nefesi her daim ensemizdeydi.
    Kendimizi, çoluk-çocuğumuzu düşünmeye fırsat bulamadığımız, sevgi ve kardeşliğin püfür püfür tüttüğü günlerdi. 

    Tam hizmet günleri... 

    1990’larda Hakkâri’de üniversiteye dört-beş öğrenci girerken açılan dershane ile birkaç yıl içinde dört yüze kadar çıktı. Diğer iller de bundan farklı değildi. 
    O okullar, dershaneler dağların önünde dağ gibi bir engeldi. 
    O günlerin birinde Cumhurbaşkanı Özal Van’a geldi.
    Cumhuriyet Meydanı’nda halka bir konuşma yaptı. 
    Konuşmadan sonra Urartu Oteli’ne geçti. 
    Bahaddin Hoca’yla biz de otele gittik. Özal’ı okula davet etmekti muradımız.
    Fakat yanına yaklaşmak mümkün olmadı.
    Korumalarından birine bir not bıraktık.
    Sonraki gün sabah yine Urartu Oteli’nin önünde beklemeye başladık. 
    Korumalar yine yaklaştırmadılar.
    Helikopterle Hakkari’ye gideceğini öğrenince havaalanına gitmek istedikse de araba bulamadık.
    Arabası olan bir tanıdık denk gelince konvoyun peşi sıra koştuk.
    Havaalanı ile okul kavşağına gelince bir de ne görelim bizim okulun yolu kapalıydı. 
     Polislere “Bu yol niye kapalı?” dedik.
    “Özal okula gitti.” dediler.
    Okula vardığımızda Cumhurbaşkanı Özal, Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri Kaya Toperi, Cumhurbaşkanı yaveri, vali ve kalabalık bir protokol okulun önünde bizi bekliyordu. 
    Özal, bizi görünce “Hem davet ediyorsunuz hem yoksunuz.” dedi.
    “Efendim size yetişemedik” dedik.
    “Anlatın bakalım bu güzel okulu.” dedi. 

    Fakir ve yoksul çocuklardan, aşiret ağalarının çocuklarına, garnizon komutanın oğlundan, emniyet müdürünün oğluna kadar burada okuduklarını öğrenince, zihnine bir şeyler doğmuş olmalı ki; “Kim yaptı bu okulu?” dedi.
    Bahaddin Hoca;
    “Hacı Kemal!” dedi.
    Özal, sol elinin baş parmağını pantolonun kemerine soktu, diğer eliyle de havada tatlı bir kavis çizerek;
    Ha, Hacı Kemaaal, tamam şimdi oldu. Onun gibi on adamım olsa dünyayı döndürürüm.” dedi.

    Yanındakilere, “Bir bilseniz bu okullar hangi hayallerle yapılıyor, bir bilseniz!” dedi. “Doğu’nun bu okullara çok ihtiyacı var. Bu okullar Türkiye’nin ve dünyanın geleceği.’’
    Özal Hacı Kemal gibi on adam için dua etmiş miydi bilemiyorum.
     
    Fakat Fethullah Gülen Hocafendi’nin, daha İzmir’e ilk geldiği 1960’lı yılların sonunda Kestanepazarı Camii‘nin kürsüsünde vaaz ederken,
     “Ne olur Rabbim! Senin hazinelerin geniştir; dilersen isteyene istediğini verirsin; bana da ‘dininin delisi’ beş-on insan ver!” dediğini biliyoruz. 

    İşte Hacı Kemal Ağabey o ‘delilerden’ biriydi.
    Aydın’da ucu bucağı görünmeyen zeytin bahçeleri olan, evlerine Mendereslerin, Demirellerin, Özalların gidip geldiği bu müthiş insan dünyayı elinin tersiyle itmiş biriydi. Gözünde ne villa ne yalı, ne makam ne mevki vardı.
    İzmir’de bulunduğu bir gün Şadırvan Camii’nde abdest alırken kulağına genç bir vaizin bahar şırıltılarını andıran sesi geliyor. Takunyalarıyla koşuyor o sese. 
    O genç vaiz Fethullah Gülen’dir.
    “İşte şimdi yıllar yılı aradığımı buldum.” diyor.
    İstanbul’da birkaç öğrencinin kalabileceği ilk ışık evi onun gayretleri ile Topkapı’da açılıyor.
    “Dünyaya açılan kapı İstanbul’dur” diyor. Hocaefendi’yi İstanbul’un seçkin iş adamları ile buluşturuyor.

    Fatih’te üç katlı bir düğün salonu onun gayretleriyle öğrenci yurduna dönüşüyor. 
    “Anadolu’dan gelen çocuklar İstanbul’da savrulup gitmemelidir.” 
    Hizmet Hareketi’nin ilk koleji Fatih Lisesi’nin her taşı, her tuğlası onun gözyaşları ve emeği ile vücut buluyor.
    İstanbul kısmen kıvamını bulduğunda, Anadolu’ya açılıyor.
    Önce Doğu’nun sarp yollarına vuruyor kendini. 
    Van Gölü’nün masmavi serinliğinde gönülleri ferahlatan öğrenci seslerini duyduğunda “Oldu bu iş.” diyerek bir taşın üzerine oturup ağlıyor.
    Van’dan sonra da yine bir serhat şehrimiz olan Edirne’nin yolunu tutuyor.
    Demirperde yıkılınca kendini Asya yollarına vuruyor.
    O Asya bozkırlarında koştururken önce annesi, sonra eşi ve sevgili kızı vefat ediyor. Hiç birinin başında bulunamıyor.
    Sahnede ölmeye sevdalı bir sanatçı gibidir.
    Onun bitmez tükenmez gayretleriyle Asya ülkelerinde arka arkaya okullar açılıyor. 
    Öğrencilerin sesini duymak için okulların üst katlarında kalıyor. 
    Geceleri delik deşiktir. 
    Bir gece Tacikistan’da kaldığı okulun üst katındaki odada amansız acılar içinde kıvranmaya başlıyor. Beti benzi atmış, dili bembeyaz olmuştur. Moraran dudaklarıyla bir öğretmene sesleniyor;
    “Evladım, koş bana doktor çağır. Ölüyorum.” 
    Artık hayat rüyasının billuru çatlamıştır. Gözlerinde öteler tüllenmektedir. 
    Gözünü ufukta gurubu olmayan dünyalara, hazansız baharlara dikmiştir. 
    Özal’ın “Onun gibi on adamım olsa dünyayı döndürürüm.” dediği on binlere bedel bu müthiş insan 1997’nin bir mart sabahı gün ışımaya başladığında bir hastane odasında dünyaya gözlerini kapıyor.
    Hocaefendi yüzündeki beyaz örtüyü açıyor, alnından öperek ağlıyor.
    Dudaklarından şu sözler dökülüyor;
    “Okul, okul diye gitti, yeri doldurulamaz” 
    Neylersin ki, bazı insanlar kendi dünyası etrafında dönerler, bazıları da güneş gibi dünyayı etraflarında döndürürler.

    17 Mar 2024 12:30