Hatıran Yeter

  • Harun Tokak
  • Harun Tokak
    05 May 2024 10:35



    Düşte miyim yoksa hülyalı bir düşüncede mi, ben de bilmiyorum. Dalgalı bir denize bakan gül bahçesindeydim. Neden buradaydım, buraya nasıl geldim; bilmiyorum. 
    Shakespeare ‘in “Tam bir sessizlik en tatlı bir musikidir.” sözünü hatırlıyorum. Burada sükûtun uyanmasını istemeyen, derinden çok derinden gelen bir müzik duyuluyor. Bütün ağaçlar, çiçekler, koltuklar, kanepeler, ışıklarla derinleştirilmiş tablolar hep birlikte ayrılık senfonisini çalıyor.
    “Bizim iller sensiz, bizim iller ıssız”
    Tıpkı benim gibi İstanbul da en tatlı rüyasında. 
    Gözüme ilişen her bir eşya, her bir nesne bana derin bir hüzün veriyor. Yüreğim bir yanardağ gibi. Ateşe düşmüş bir yaprak gibi kavruluyorum. Mehtap, görünen her şeyi yumuşatıyor, hülyalaştırıyor, güzelleştiriyor.
    Burası Altunizade FEM’in en üst katı: “Beşinci Kat.”
    Hizmet Hareketi’nin hatıralar müzesi.  Bu kutlu mekânın her köşesi Hocaefendi’yi hatırlatan hatıralarla parlıyor.
    Duvarlarda, ışıklarla derinleştirilmiş dünya haritası, Istırap Şiiri, Mescid-i Aksa, Medine’nin Gülü, Şemail-i Şerif tabloları... 
    Minyatür tabiat parkı gibi olan kapalı terastaki Fethullah Gülen Hocaefendi’nin tekli koltuğu boş duruyor. Sanki sahibi hemen gelecek ve boş duran koltuğuna oturuverecek gibi bir hâli var.  Adam boyu ağaçlarda, rengârenk çiçeklerde, mini şelalenin labirentlerinde, her bir eşyada, her bir nesnede hazin rüzgârlar çığlıklaşıyor. 
    Birden bir perde açılıyor…
    Bir bayram sabahı….
    Hocaefendi yine aynı yerinde oturuyor.
    Sanki kafasının içinde ilahi bir ışık varmışçasına yüzü pırıl pırıl. 
    Çok renkli misafirler var, bakanlar, milletvekilleri, iş adamları, sanatçılar...
    Başta Ortodox Patrik Bartholomeos olmak üzere semavi dinlerin ruhani reisleri de var.
    Vatikan İstanbul temsilcisi George Marovitch konuşuyor:
    "Nedir bizleri burada toplayan? Demek ki bizi bir mıknatıs gibi çeken bir şey var. Nasıl ki Mevlâna insanları Konya'ya çağırdı; burada da bir şahıs var ki bizi Mevlâna gibi sevgiye, hoşgörüye çağırıyor. Sevgi nedir; Allah'ın kendisidir. Hepinizi bu mücadelede Hocaefendi’ye dua etmeye çağırıyorum."
    Sahne değişiyor…
    Beşinci Kat’a çıkan asansörün kapısı açılıyor.
    Kemal Sunal, Gürkan Vural’la birlikte içeri giriyor.
    Hocaefendi onları koridorda gülerek karşılıyor. 
    Hocaefendi su damlası gibi o duru sesiyle “Eğer dil sürçmesiyle size Şaban Bey dersem şimdiden özür dilerim.” diyor.
    “Önemli değil, ne demek Hocam!”
    Uzun uzun konuşuyorlar. Salon kabaran bir deniz gibi gittikçe insanlarla doluyor.
    “Şöhretin, baş başa görüşmemize engel oldu.’’ diyor Hocaefendi.
    Kemal Sunal tatlı bir tebessüm ediyor.
    Uğurlarken Hocaefendi kendisine hediye vermek istiyor.
    “Ben okuyan bir insanım. Bana kitaplarınızdan verin.” 
    Hocaefendi kitaplarını hediye ediyor.
    Perde değişiyor ve Metin Akpınar giriyor salona.
    ‘‘Zeki Alasya ile Laurel ve Hardy gibi uzun süredir birliktesiniz.” diyor Hocaefendi.
    “Bizim birlikteliğimiz onlardan daha eski.” diyor Metin Akpınar.
    Hocaefendi’yi hicvettiği o meşhur karikatürden bahsediyor.
    “Önemli değil.” diyor Hocaefendi.
    Metin Akpınar müsaade isteyip ayrılınca, “Onu, inançlı bir insan olarak gördüm.” diyor Hocaefendi.
    Sahne değişiyor, duayen yazar Ege Cansen geliyor.
    Okullar konuşuluyor…
    Ege Cansen, “Bir gün, bu okullardan bazıları kapansa dahi, yıllar sonra harabelerden birer taşları bile kalsa o taşlar ‘Bir zamanlar burada bir medeniyet yaşadı.’ diye haykıracaklar.” diyor.
    Bu söz Hocaefendi’nin çok hoşuna gidiyor.
    Sahne değişiyor.
    “Hocabey” lakaplı Profesör İhsan Doğramacı geliyor… 
    Hocaefendi onu asansörün kapısında karşılıyor. 
    Doğramacı, üzerinde Osmanlı hat sanatının seçkin örnekleri olan bir antika tablo takdim ediyor Hocaefendi’ye.
    “Duyduğuma göre siz abdestsiz yere basmıyormuşsunuz.” diyor Hocaefendi’ye. 
    Cevap tatlı bir tebessüm oluyor.
    “Sizin arkadaşlarınız Erbil’de lise açtılar. Ben iki senedir uğraşıyorum ama açamıyorum. Para sorunum da yok. İki bin dolara öğretmen bulamıyorum. Sizin arkadaşlarınız 500 dolara öğretmen buluyor. Bunu nasıl başarıyorsunuz?’’
    “Adanmışlık!” diyor Hocaefendi.
    Sahne değişiyor…
    Üstad Bediüzzaman’ın sadık talebeleri geliyor… Mustafa Sungur, Mehmet Kırkıncı, Osman Demirci... Üst başlarından hala kıştan derin emareler var. Hocaefendi onları derin bir saygıyla karşılıyor. Kırkıncı Hoca gördüğü bir rüyayı ağlayarak anlatıyor:
    “Bazı müesseseleri gördüm. Her birisi dünyayı idare edecek büyük saraylar gibi geldi. O saraylarda beni gezdirdiler. Bir yere gelince, o saraylarla alakalı insanları görünce anladım ki meğer dünyayı idare eden o saraylar bu Hizmet ve bu Hizmet’in arkasındaki insanlar. Bir başka gün yine rüyamda Anadolu’yu seller, seylâplar içinde görüyorum. O seller binaları önüne katıp bir kütük gibi sürükleyip götürüyor. Herkes endişe ve telaş içinde. Herkes sarsık, belki her vicdanda yeis yaşanıyor. Fakat o esnada Bediüzzaman beliriyor. O selin içinde, sizin yurtlarınızı, pansiyonlarınızı, evlerinizi, kaya gibi kucaklıyor, selin önüne koyuyor ve bir baraj yapıyor. GAP barajı gibi bir baraj yapıyor. Derken sular çekiliyor. Anadolu da seylâpların erozyonundan kurtuluyor.” 
    Sahne değişiyor…
    Değerli dostum Hüseyin Kara, Sakıb Sabancı, Ferdi Tayfur, Adana valisinin de olduğu kalabalık bir toplulukla giriyor içeriye…
    Sakıp Ağa o tatlı şivesiyle konuşuyor;
    ‘‘Hocam, perşembe günleri siz Samanyolu’nda konuşmaya başladığınızda biz eşimle birlikte mendillerimizi alır, sizi dinlemeye başlarız. Siz ekranda, biz evde ağlarız…” 
     Hocafendi mahcubiyetten meyve yüklü bir dal gibi başını öne eğiyor.
    Sahne değişiyor…
    Altemur Kılıç, Mehmet Ali Birand ve İpek Yolu Projesi sahibi Arif Aşçı giriyorlar salona.
    Arif Aşçı, yollarda yaşadıklarını anlatıyor.
    “1996 yılının haziranında, Çin'in Şian şehrinden başladı yolculuğumuz. Kervanımız on deve, iki kangal ve dört kişilik mürettebattan oluşuyordu. Tanrı Dağları'nın doruklarına tırmanmaya başladığımızda sıcak yaz günleri de geride kalmış, kış bastırmıştı. Gökyüzüne bir merdiven gibi dayanan Tanrı Dağları'nı güç bela aştığımızda; kutsal dağın kanatları altında büzüşmüş küçük bir kasaba gördük. Vakit geceydi. Kasaba karanlığa gömülüydü. Sadece bir tek binada ışık yanıyordu. O ışığa doğru yürüdük.
    Binanın önüne geldiğimizde tabelada ‘Narın Türk Lisesi’ yazıyordu.
    Öğretmenler bizi büyük bir misafirperverlikle karşıladılar. Tanrı Dağları’nın eteklerindeki Türk okulunda sohbet koyulaştıkça olayın büyüklüğünü anladım. Develerle gerçekleştirdiğim dev proje gözümde küçülmeye başladı. 
    Öğrenciler bize hem Türkçe hem İngilizce, hem de Kırgızca şarkılar söylediler. Bu benim için inanılmaz bir olaydı. 
    Altı aylık Orta Asya yolculuğumuz boyunca, inanın, bizi en çok etkileyen bu okullar oldu. 
    Ben iddia ediyorum, bu okullar 21. yüzyılın en büyük projesidir’’      
    Anlatılanlardan duyduğu memnuniyet Hocaefendi’nin yüzünden okunuyor. 
    Dünyanın dört bir yanındaki gönül erlerinin gayretleri onu ziyadesiyle sevindiriyor.
    Mehmet Ali Birand da çok etkileniyor. Her zamanki gibi elini çenesinin altına koymuş ve ikide bir “Arif, demek öyle ha!” diyor.
    Sahne değişiyor…
    Başında hasır fötrü, dar kahverengi pantolonun üzerine sarkıtılmış beyaz gömlek üzerine giydiği kahverengi yeleği ile Cem Karaca görünüyor.
    “Hayli zaman oldu, ruberu görüşemedik Hocaefendi.” Diyor.
    Hocaefendi Aşık Beyhani gibi konuşuyor;
    “Yolumuz gurbete düştü
    Hazin hazin ağlar gönül,
    Araya hasretlik girdi,
    Dertli dertli ağlar gönül.”
    Onlar konuşurken Barış Manço ve İhsan Kalkavan Gülpembe musikisi eşliğinde giriyorlar salona…
    Hocaefendi ayakta karşılıyor.
    Tayland’da, Türkmenistan’da yaşadıklarını teatral tarzıyla anlatmaya başlıyor…
    “Tayland'ın Çenmay şehrinde çekimlerden dolayı tutuklanıp hapse atıldık. Dört tane delikanlı geldi. ‘Siz kimsiniz?’ dedim. ‘Bizler buradaki Fatih Koleji'ndeniz.’ dedikleri anda benim itikadım sarsıldı.
    ‘Allah, Allah! Aklıma mukayyet ol Ya Rabbi!’ dedim.
    Bu bir örnek sadece… Bunu iki binle çarpın. Ben bunları görüyorum. Kuala Lumpur'dan Manila'ya kadar…
    Çok enteresandır. Bazı yerlere, herhalde, ayağını ilk basan Türk benim diye gururlanırken, bir de bakıyorum ki Türk bayrağı, Türk okulu! Şaşırıyorum. Yani buralara ilk defa gelen Türk gibi övünürken orada okulları görünce aklımı oynatasım geliyor.
    Bir akşam vakti Türkmenistan’da bir otelin lobisinde oturuyordum. İhsan Kalkavan Bey çıktı, geldi. ‘Haydi, bir okula gidelim! Bu çocuklar seni çok sever. Görsünler, heyecan duyarlar.’
    Okula vardık. Bir sarılma kucaklaşma oldu. 
    ‘Ya, ne olur çocukları çağırın da gelsinler Barış'ı görsünler.’ dedi İhsan.
    Biraz sonra pırıl pırıl Türkmen talebeler geldi. Bize minik bir konser bile verdiler. Benim bir sürü parçamı seslendirdiler.
    Onlar Gülpembe’yi okumaya başladıklarında, hüngür hüngür ağlamaya başladım:
    ‘Ya İhsan! Bunları ben böyle okuyamıyorum. Bu nasıl iş?’ dedim.’’
    Düşte miyim yoksa hülyalı bir düşüncede mi, ben de bilmiyorum. Neden buradayım, niçin buradayım, buraya nasıl geldim, bilmiyorum. 
    Gecenin gözleri sürmeli… Mehtap her bir şeyi, her bir eşyayı büyülü hale getiriyor, güzelleştiriyor.
    Beşinci Kat bir mekândan ziyade bir insan gibi.
    Üzülen, sevinen, heyecanlanan, bağrında umut taşıyan, acı taşıyan, hayalleri, sevdaları, hasretleri olan bir insan… 
    Geçmişte nice güzelliklere sahne olan kutlu mekâna, 
    “Bir yanda yaşanan o güzel günler,
    Bir yanda anılar bir yanda dünler,
    Bir gün gitsen bile hatıran yeter” diyorum.
    Bir zamanlar, ışıktan iklimiyle herkese bağrını açan, her dem ruhaniyet yağmurlarıyla yıkanan bu ulvi mekân, başına neler geleceğini bilmeden sabırla beklerken; ağaçlar, çiçekler, koltuklar, kanepeler, duvarlardaki ışıklı levhalar, her bir nesne, her bir eşya hep birlikte ayrılık senfonisini daha yüksek sesle söylemeye başlıyor...
    “Güz yağmurlarıyla 
    Bir gün göçtün gittin;
    İnanamadık Gülpembe.
    Bizim iller sessiz, 
    Bizim iller sensiz
    Olamadı Gülpembe”

    05 May 2024 10:35