İsa’lar Hep Olacaktır

  • Harun Tokak
  • Harun Tokak
    25 Ara 2022 12:56



    Bütün dünyada olduğu gibi Kuzey Avrupa’nın kutup bölgesine yakın bu soğuk ülkede de Noel zamanı. 
    Işıl ışıl parlayan sokaklar, evler, dışarlara taşan yemek kokuları... 
    İncecikten yağan karın altında sokaklarda yürürken farklı konseptlerle ışıklandırılmış evlerin önünde durup, uzun uzun izlemekten kendinizi alamıyorsunuz. 
    Hazreti İsa’nın doğumunu kutluyorlar. 
    Gece İskandinav ülkelerine çok yakışıyor.

    Bir yılın daha son günlerinde bir Havar türküsü gibi hisli bir kadın sesi dokunuyor yüreğime. 
    Kuzey rüzgarları Hazreti Meryem’in sesini getiriyor.
    “Milattan önceki günlerin son gecesiydi.” diye başlıyor Hazreti Meryem Doğuş Mucizesini anlatmaya.
     Milattan ne önceydi ne de sonra...
    Milat’tı.
    Doğum sancılarım başladı.
    Mescid-i Aksa’ının Zekeriya odasındaydım. Altı yaşımdan beri evim orasıydı. Mabette doğum yapamazdım. Bu çok tehlikeli olurdu. 
    Bu çocuğu nerden peydahladın, diye hem beni hem yavrumu öldürürlerdi. 
    Gecenin karanlığında Doğu Kudüs’e doğru yürüdüm. 
    Adımlarım ağırdı. Yorgun ve bitkindim. Gözlerimden uyku akıyordu.
    Gece, karanlık, kış, tipi, yalnızlık, sancılar üzerime üşüştüler, diz çöktürmeye çalışıyorlardı.
    Yalnız, kimsesiz, gariptim. 
    Dualar inilti halinde dökülüyordu dudaklarımdan:
    Rabbim beni hainlerin eline koma, ölüp gitsem bu dağlarda gam değil, yeter ki iffetimi koru.
    Zeytin Dağı’na tırmandıkça soğuğun silleleri daha bir sertleşiyordu.
    Her peygamberin kaderinde bir dağ vardı. Her peygamber daraldığında bir dağa sığınırdı. Zamanla o dağlar, o peygamberlerin ve dinlerin kutsal temaşasına dönüşürdü. Ne var ki benim yavrum daha anne karnında iken sığınmıştı dağa.
    Milât öncesi yılların son güneşi de çoktan batmıştı.
    Ovaya, obaya karanlık çökmüştü. İnsanlar kapılarını pencerelerini sıkı sıkı kapatmışlar, lambalarını yakmışlar, ısınmak için ateşlerinin başına geçmişlerdi.
    Güvenli bir yer bulmalıydım.
    Beytüllahim’e doğru yürüdüm. 
    Etraf bomboştu.
    Uzaktan Beytüllahim kasabasının ışıkları görününce kalbim burkuldu. Herkes evinde huzur içinde oturuyordu.
    Beytsahur tarafından çobanların yanık kaval sesleri, sürülerin çıngırak sesleri, ormanların uğultusu birbirine karışıyordu.
    Bense sancılar içinde kıvranıyordum.
    Yetim bir kızın verdiği zorlu bir imtihandı benimkisi.
    Gece siyah peçesiyle örtse de yüzüm acılar harmanıydı.
    ‘Keşke bundan evvel ölseydim de unutulup gidenlerden olsaydım.’ dedim.
    Babasız bir çocuğun doğum sancıları ile sarsılıyordum.
    Babasız bir çocuğu korumak, bir genç kız için olabilecek en zor sınavlardan biriydi.
    Hazreti Havva doğururken yanında  dem’i vardı.
    Ben cümle  demlerden uzaktım.
    Annem Hanne beni dünyaya getirirken yanında Zekeriya Peygamberin hanımı teyzem El İşa varmış. 
    Kudüs’ün Yedi Ebeler’i varmış.
    Ben çok yalnızdım.
    Çeşme ve pınar başlarında dolaşan iyilik perileri gibi etrafımın birtakım kimseler tarafından kuşatıldığını hissettim.
    Birden bir ses döküldü göklerden…
    ‘Sakın üzülme… Rabbin aşağı tarafta senin için bir dere yarattı, hurma ağacını kendine doğru silkele; üzerine taze hurma dökülsün... Hurmadan ye, iç. Gözün aydın olsun.’
    Birdenbire şirin bir derenin tatlı şırıltıları duyulmaya başladı. Az ilerideki kuru hurma kütüğü dala budağa büründü, birden yeşillendi.
    Hurma ağacının yanına gidecek mecalim yoktu.
    Seslendim, geldi. Üzerime doğru dallarını eğdi. Salkım salkım yeşil, sarı, olgun hurmalarla doluydu dallar. 
    Aman Allah’ım, neler oluyordu?
    Aydınlık bir fecir, dayandığım ağacın üzerine yağıyordu.
    Değişim düşlerle başlardı.
    Dünya hayra yorulacak düşlerdeydi. 
    Neye hamile olduğumu çok iyi biliyordum. 
    Yeni bir dirilişin öncüsü olacak olan Mesih’im geliyordu.
    Henüz daha on beş yaşındaydım.
    Ben oğluma inanmış bir anneydim.
    İsa’m elektriğin bir kutbu, teyzemin oğlu Yahya da diğer kutbuydu... İsa’m doğacak Kudüs aydınlanacak, dünya aydınlanacaktı.
    “Ve Hızır geçiyordu o bilinmez yeşilliğini kentlere serperek, yeni insanı yeşertmek için.” 
    Vakit geceydi.
    Hava soğuktu. 
    Sıcak terlerin kuşatması altındaydım. 
    Ve madde ve mananın beklediği an gelmişti. Muştular vardı ötelerden.
    Dünya sırılsıklamdı. 
     lemde ne varsa her şey sükûn kesilmiş, atmosferin en seçkin molekülleri bana doğru sevk edilmiş ve her şey o muhteşem ân’ı beklemeye durmuştu.
    Gece sırtını sabaha dayarken, melekler bütün madde ve manaya Mesih’imi müjdeleme yarışına girdiler. Bir niyaz koşusu başladı varlıklar arasında.
    Ve gecenin en karanlığında bir gül açtı kutsal topraklarda… 
    Takvimler, milattan ne önceydi ne de sonra…
    Milat’tı.
    Milat sonrası günlerin ilk güneşi yeryüzünü aydınlatırken yavrumu kucağıma alarak Kudüs’e doğru yürümeye başladım. 
    Başka gidecek yerim yoktu. 
    Bundan sonrasını biliyorsunuz. 
    Kucağımda bebeğimle Kudüs sokaklarında görünür görünmez, hakaretler, taşlar yağmur gibi yağmaya başladı. İsa’mı korumak için bedenimi kucağımdaki yavruma siper ettim. Çünkü o yaşamalıydı.”
    Bunlar, 2023 yıl önce yeni bir dirilişi başlatan bir kadının, bir annenin, Hazreti Meryem’in sözleri...

    Şimdi yine bir yıla giriyoruz.
    Kalbimizdeki ve ruhumuzdaki zifiri geceler de uzadıkça uzuyor. Musibet zamanlarında zaman, boynumuza kelepçelerini takıp bizi oradan oraya sürüklüyor.
    Bugünlerin geçeceğini biliyoruz ama içimizde derin yaralar açıyor, ruhumuzu kanatıyor.
    Yeni bir yıla girerken Kuzey rüzgarları bu defa da günümüz Meryem’lerinden birinin sesini taşıyor.
    Bir İskandinav gecesinde hatıralarına misafir olduğumuz Muhacir Meryem’in sesini… 
    Muhacir Meryem, genç bir kız olarak Hazreti Meryem’in verdiği zorlu imtihanın bütün yeryüzü kızlarına ve kadınlarına sebat ve tahammülün dersi olarak yazıldığını bilenlerden.
    İki çocuğu ile bu kuzey ülkesine gelmiş. 
    “Eşim ve ben ikimizde KHK ile ihraç edildik.” diye başlıyor bilcümle hikayesini anlatmaya. 
    “Sadece biz değil ailemizdeki hemen herkes ihraç edildi. Önce eşimi tutukladılar. Polislerin arasında eli kelepçeli giderken, ‘Allah’ım! Ne olur, onu değil beni alsınlar.’ dedim ama olmadı. 
    Çok geçmeden benim hakkımda da tutuklama kararı olduğunu öğrenince yirmi aylık yavrumla yollara düştüm. İkinci çocuğuma da hamileydim. O gün, gaybubet günlerim başladı.
    Doğumum yaklaşmıştı.  Hastaneye gitsem tutuklanacağımı biliyordum.
    Ama gitmek zorundaydım. İlk doğum çok zor geçmişti.
    Takip edildiğimi biliyordum. Duanın gücüne sığındım. 
    Gizli- saklı bir hastaneye giriş yaptım. Gece 03:40’ta oğlum Yahya, babasız dünyaya geldi.
    Bazı görevliler şüphelenmiş olmalı ki ihbar etmişler. Sabaha doğru odama 15-20 polis ellerinde silahlarla girdiler. Beni alıp götürmek istiyorlardı. Öyle yorgun, öyle bitkindim ki, anlatamam.  
    Gideceğim ama ne benim ne bebeğimin doğru-dürüst kıyafeti yoktu.  
    Bir polisin eşi yeni doğum yapmış. Bebeğimle bana kıyafet getirmek istiyordu ama korkuyordu. O halimle kucağımda çocukla karakola götürüldüm. 
    Nezarethaneye koydular. 
    Uyumak istiyordum sadece uyumak. Işığı söndürüp uyumak.  Öyle de yaptım, ışığı söndürdüm. Bir polis gelip ışığı yaktı. 
    ‘Işığı söndüremezsiniz.’ dedi sert bir sesle.
    ‘Çocuk ışıkta uyuyamıyor. Ben de çok bitkinim.’ dedim. 
    Yine de dinletemedim. 
    Gözlerini nezarethanede açan yavrum ‘Nasıl bir dünyaya geldim? Neler oluyor?’ der gibi bana, ben de ona bakıyordum. 
    ‘Ben de bilmiyorum yavrum.’ dedim. ‘Hangi kitapta yazılı böyle bir zulüm, ben de bilmiyorum.’
    O halimle, kucağında İsa ile Doğuş Mağarasındaki çaresiz ve yalnız Meryem’e benziyordum.
    Bir başka şehrin savcılığı ‘Buraya gelecek.’ demiş. 
    Akşama doğru yeni bir yolculuk başladı. 
    Yavrumu yanıma vermediler. Aynı arabada bebekle yolculuk yapmak yasakmış. Arkadan bir araba ile annemle babam getiriyorlardı. Demir kafesli pencereden sürekli arkaya bakıyordum. 
    Bebekten kopmak çok korkunçtu.
    Kuşlar, kelebekler özgürce uçuşuyorlar, bulutlar özgürce oradan oraya koşuyorlar, insanlar özgürce yollarda yürüyorlardı. 
    Sanki bütün dünyada tek tutsak, ben ve bebeğimdi.
    Polis bilerek çok hızlı kullanıyordu ring arabasını.
    Yanımda oturan bayan polis hiç konuşmuyordu. Arada bir sanki ‘Bu çocuğu nerden peydahladın?’ der gibi kötü kötü bakıyordu. 
    Zaten bazı gazetelerde ahlaksız yayınları ile ‘Kumpas doğuruyorlar!’ demiyor muydu?
    O an kendimi kucağında yavrusu İsa ile Kudüs sokaklarında yürüyen Meryem’e benzettim.”
    Yeni bir yıla giriyoruz.
    Havanın kararmasıyla Noel ışıklarının süslediği şehir gelinlik bir kız edasıyla süzülüyor nazlı nazlı.  Pencerelerden süzülen ışıklar yüzünüze soğuk soğuk tebessüm ediyor.
    Gece İskandinav ülkelerine çok yakışıyor.
    Hazreti İsa’nın doğumunu kutluyorlar.
    Her devirde Meryemlerin kaderi hep aynı mı oluyor?
    Neden Meryemler, hücrelerde, gurbetlerde sancı çekiyor?
    Sancısız doğum olmadığı için mi?
    Dünya, yoksa yeni bir doğuşa mı hazırlanıyor?
    Yeni bir yıla girerken bir umut yeşeriyor içimizde.
    Üstad Sezai Karakoç’un dediği gibi, medeniyetler, batış ve düşüş anlarında, bir mihrap ve bir ışık korudukları sürece umut hiçbir zaman ölmeyecektir.
    Diriliş her zaman beklenebilir.
    Zekeriya’lar ve Meryem’ler olduğu sürece İsa’lar ve Yahya’lar hep olacaktır.

    25 Ara 2022 12:56