Haber Kaynağının Doğruluğu ve Asıl Tehlike!

  • Prof. Dr. Muhittin AKGÜL
  • Prof. Dr. Muhittin AKGÜL
    27 Mar 2021 12:49
    Mevcut Kur’an tertibine göre 49. sırada bulunan Hucurât Sûresi’nin diğer ismi de ahlak ya da adaptır. Sûre, insanın Yüce Yaratıcı, Peygamber ve diğer insanlarla iletişim ve ilişkisinde dikkat etmesi gereken temel ve önemli kurallar üzerinde durur. Birey, toplum ve devletlerarasındaki anlaşmazlıkların, kavga ve kargaşanın çözüm yöntemlerine ve insana asıl değer katan şeyin ne olduğuna vurgu yapar. Sûre’nin içerdiği bu önemli ilkelerden biri de, herhangi bir haber karşısında, mü’minin dikkat etmesi gereken ya da nasıl davranmasıyla ilgili açıklanan evrensel ilke ve ölçüdür.

    Kur’ân’daki bazı sûre ve âyetlerin inmesine vesile olan birtakım olaylar vardır ki, bunlar, âyetleri daha doğru, etkileyici ve kalıcı olması bakımından anlamamızda, ciddi kolaylıklar sağlarlar. Bu olaylara, sebeb-i nüzûl, yani âyetlerin inmesine vesile olan olay denir. Kurân’ı okurken, bu olaylar (arka plan bilgileri) göz önüne alınarak okunduğunda, okuyanlar açısından yaşadığı dönem ve şartlarda, muhataplara ufuk açıcı anlam alanları açacağı, istifade edecekleri temel prensipler ve ilkeler öğrenecekleri kaçınılmazdır.
    Bu yazıda, bir haberin kaynağı açısından dikkat edilmesi gereken önemli bir noktaya dikkat çekilecek, bu âyetle Nûr Sûresi’ndeki konuya yakın âyetlerin inmesine vesile olan ibret dolu tarihi olay hatırlatılacak ve benzerlerinin yaşanması durumunda, bir çıkış yolu göstermesi açısından, almamız gerekli prensiplere yeniden vurgu yapılacaktır.       

    Medine döneminde Allah Resûlü (s.a.s.), Velid b. Ukbe adındaki sahabîyi, zekât toplaması için Ben-i Mustalik kabilesine gönderdi. Ancak gönderilen bu sahabi ile adı geçen kabile arasında, câhiliye döneminden kalan bir düşmanlık vardı. Velid, bu Kabîle’nin bulunduğu beldeye yaklaştığında, karşısından gelen atlıların, saldırı için geldiğini zannederek hızlıca geri döndü ve zekât vermediklerini, kendisini öldürmeye teşebbüs ettiklerini Allah Resûlü'ne söyledi. Böyle bir olay, isyan anlamına geldiğinden dolayı da Hz. Peygamber (s.a.s.) ordu hazırlayıp isyan ettikleri varsayılan kabilenin üzerine göndermeye karar verdi. Bu hazırlıklar bir yandan devam ederken, diğer yandan da olayın gerçekliği araştırıldı. Bunun tespiti için de Hâlid b. Velîd görevlendirildi. Geceleyin bu kabilenin bulunduğu yere gelen Hz. Hâlid, onların ezan okuyup cemaatle namaz kıldıklarını, hatta gece namazı bile kıldıklarını yakından müşahede etti. Sonra da zekâtlarını alarak geri döndü. İşte aşağıdaki âyet, bu olay üzerine nazil oldu: 

    “Ey iman edenler, herhangi bir fâsık size bir haber getirecek olursa, onu iyice tahkik edin, doğruluğunu araştırın. Yoksa gerçeği bilmeyerek, birtakım kimselere karşı fenalık edip sonra yaptığınıza pişman olursunuz.” (Hucurât (49/6).

    Asr-ı Saadette benzeri bir durum, “İfk hadisesi” olarak tarihe geçen, Hz. Aişe (r.a.) validemize iftira atılması olayında meydana gelmiştir. Konuyla ilgili indirilen âyetlerde de, oldukça önemli uyarılar bulunmaktadır. İlgili âyetlerde meâlen şöyle buyrulur: 

    “O İftirayı çıkaranlar, içinizden küçük bir gruptur. Siz o iftirayı kendi hakkınızda fena bir şey sanmayın, bilakis o sizin için hayırlıdır. O iftiracılara gelince, onlardan her birinin, kazandığı günah nispetinde cezası vardır. Bu yaygaranın elebaşılığını yapan şahsa ise cezanın en büyüğü vardır. Ne olurdu Siz ey müminler, bu dedikoduyu daha işitir işitmez, mümin erkekler ve mümin kadınlar olarak birbiriniz hakkında iyi zan besleyip: “Hâşa, bu besbelli bir iftiradan başka bir şey değildir!” demeniz gerekmez miydi? O iftiracılar dört şahit getirselerdi ya! Şahitlerini getirmediklerine göre, onlar Allah katında yalancıların ta kendileri olarak tescil edileceklerdir. Hem dünyada, hem de âhirette Allah’ın lütuf ve merhameti sizinle olmasaydı, yayıp durduğunuz bu yaygaradan dolayı mutlaka başınıza müthiş bir ceza gelirdi. Hatırlayın ânı ki siz o iftirayı dilden dile birbirinize aktarıyor, işin aslına dair hiç bilginiz olmayan sözleri dilinize dolamış ağızlarınızda geveleyip duruyordunuz ve bunu da kendi aranızda çok kolay, önemsiz bir şey zannediyordunuz. Oysaki Allah indinde o pek büyük bir vebaldi! Onu işitir işitmez: “Böylesi iftiraları ağzımıza alamayız, böyle şeyler bize yakışmaz. Hâşa! Bu pek büyük, pek çirkin bir bühtandır.” demeli değil miydiniz! Eğer mümin iseniz, Allah böylesi bir şeyi tekrarlamaktan sizi kesinlikle sakındırıp yasaklıyor. Ve Allah âyetleri size açık açık bildiriyor. Allah alîm ve hakîmdir (her şeyi bilen, tam hüküm ve hikmet sahibidir). Müminler arasında çirkinliklerin yayılmasını arzu eden kimseler için, dünyada da âhirette de gayet acı bir azap vardır. Allah bilir, siz bilemezsiniz.” (Nûr 24/12-19) 

    Yukarıdaki her iki âyet grubu dikkatle okunduğunda, son derece önemli uyarıların olduğu görülecektir. Âyetler birinci dereceden sahabeyle ilgilidir. Ancak sebebin onlar olması, âyetlerin her dönemi kapsamasına engel değildir. Hatta daha da ötesi, ashab-ı kiram gibi, Hz. Peygamber’in (s.a.s.) gözetiminde yetişmiş insanlar, böyle vahim denebilecek hatalara düşebiliyorsa, diğer insanların düşme ihtimali çok daha yüksektir.

    İnsan, yapısı itibariyle geçmişteki olayların etkisinde kalır. Kararlarını verirken, önyargılardan kurtulması oldukça zordur. Bunun içindir ki, etkisinde kalma ihtimali olan kişi ve konumlarla ilgili kararlar verilirken, konunun oldukça detaylı ve bütün yönleriyle araştırılması iktiza eder. Küçük ihtimaller bile, büyük felaketlere yol açabilir. 

    Haberin kaynağı ve doğruluğu araştırılmadan ortaya atılan bilgiler, önü alınamaz fitne ve kargaşalara götüreceği ve insanların doğrudan itibarlarıyla alakalı olduğu için, yukarıdaki âyetler mü’minleri, herhangi bir haberle karşılaştıklarında veya duyduklarında, oldukça dikkatli olmaları gerektiğine yönlendirmektedir.

    Birinci âyette, sahabe olmasına rağmen bir kişinin, aralarında daha önce husumet bulunduğu için, kendisini karşılamaya gelenleri, saldıracaklar zannedip hızlıca geriye dönmesi ve az daha bir savaşa sebep olması durumu vardır ki, bu olay, her dönemdeki insan için ibret dolu bir manzara arz etmektedir. Zira Hz. Peygamber (s.a.s.) vahiyle müeyyed olmasına rağmen, bir beşer olarak kendisine gelen böylesi bir haberden etkilenmiş ve savaşa da ramak kalmıştır. Şayet Allah Resûlü, savaş öncesinde bu meseleyi kesin olarak araştırması için Halid b. Velid’i göndermemiş olsaydı, belki de büyük bir felaket işlenmiş olacaktı. Demek ki, bir hükmü verirken, hele ki bu hüküm şahıs veya kitleleri ilgilendiriyorsa, hadiselerin merkezinde olan şahıslar arasında rekabetten doğan bir husûmet veya çekememezlik var mı? Söylenenler, husûmet ve çekememezlikten dolayı veya zandan mı ibaret? Bu hadiselerin ilanı, fitne ateşini mi körüklüyor? Bununla aslında başka şeyler mi örtülmek isteniyor? Bir art niyet ve kasıt var mı? Bir kumpas mı? Yahut uydurulmuş bir senaryodan mı ibaret? Bu ve benzeri hususlarda kılı kırk yararcasına titiz bir araştırma yapılmalı, olaylar tam olarak netlik kazandıktan sonra karar verilmeli ve kamuoyuyla paylaşılmalıdır. Ta ki, böylesine bir yanlışa düşmemek suretiyle, derin, büyük ve geriye de dönüş imkânı olmayan bir pişmanlık yaşamış olmayalım.

    İkinci âyet grubu ise uyarılara dikkat edilmezse sonuçları itibariyle çok daha vahimdir. Sahabenin arasında Resûlullah (s.a.s.) hayatta olduğu ve Hz. Aişe (r.a.) ve Saffan b. Muattal (r.a.) gibi sahabiler, herkes tarafından namus ve şerefleriyle yakinen bilindiği halde, toplum içinde, özellikle fitne fesat peşinde olan kimselerin de şiddetli ve sinsice yönlendirmesiyle, olaylar öylesine bir çığırından çıkmıştır ki, Müslümanlardan bazı kimseler bile, sonunda buna inanır olmuşlardır. Demek ki, böylesine haberler karşısında, haberin doğru olamayacağı varsayımı, akıldan uzak edilmemeli, bir algı ve yanılgıdan ibaret olabileceği ihtimali göz önüne alınmalı ve acaba şüphelenilecek bir yanı var mıdır refleksi gösterilmelidir.

    Aksi halde toplum içerisinde böylesine derinden yaygınlaşan bir iftira haberi, sanki gerçekmiş gibi algılanmaya başlar. Nitekim Allah Resûlü bile, böylesi ağır toplumsal bir baskı karşısında Hz. Aişe’ye (r.a.), isterse babasının evine gideceği teklifinde bulunmuştur. Bu olay üzerine Cenab-ı Hakk yukarıda meali verilen âyetleri inzal buyurmuş, mü’minlere evrensel bir ders vermiş, Hz. Aişe ve iftira atılan Safvan b. Muattal’ın masumiyetleri de semadan inen âyetlerle teyid edilmiştir. Aynı zamanda bu iftiraya katılanlara da, masum insanlara zina iftirasında bulunma cezası olarak seksen sopa cezası verilmiştir.

    Yaşadığımız süreç ve ilgili hadiseler, yukarıdaki âyetler çerçevesinde değerlendirilmelidir. Cenab-ı Hakk’ın ince ve derin manalar ihtiva eden bu ayetleriyle, mü’minler için evrensel prensipler konulmuş, duyulan bir söz ve ortaya çıkan bir olayla ilgili, nasıl titiz ve dikkatli davranılması gerektiği hatırlatılmış ve bunun ağır dünyevi-uhrevi cezaları hatırlatılmıştır. 

    Bizler bir mü’min olarak, yukarıdaki âyetlerin içerdiği evrensel prensipleri göz önüne alarak, herhangi bir söz işittiğimizde veya olayla karşılaştığımızda, şu soruları sormadan ve arka planını araştırmadan asla karar vermemeliyiz: 

    Kim söylemiş? Kime söylemiş? Ne söylemiş? Ne zaman söylemiş? Hangi konum ve makamda söylemiş?  

    Prof. Dr. Muhittin AKGÜL
    https://twitter.com/muhittinakgul

    27 Mar 2021 12:49