Felsefeciler açısından ayın ikiye yarılması

  • Prof. Dr. Osman Şahin
  • Prof. Dr. Osman Şahin
    16 Şub 2024 10:25
    MUCİZELER İNKAR EDİLEMEZ 14

    Fahruddin-i Râzî felsefecilerin, ayın yarılmasının, Allah Rasûlü (SAV) zamanında mucize olarak olmasına da gelecekte bu işin gerçekleşmesine de karşı çıktıklarını söyler. Allame Hamdi Yazır, mucizeleri anlayamayanlara, Kur’ân’ın yaptığı gibi, yaratılıştaki harikuladeliklere dikkatlerini çekmek gerektiğini söyler. Sonra da İbn-i Sinâ’nın mucize ve kerametlerin olabileceğine dair açıklamalarını ve ispatlarını ve bu açıklamalarıyla çelişen, ayın yarılması mucizesini kabullenemeyişindeki zıtlıkları ele almaktadır:

    “İbnü Sînâ, "İşarât"ının sonunda adıyla mucize ve keramet gibi olağanüstü ve hayranlık uyandıran şeylerden bahseden "Onuncu ünite"de insan nefsinin fevkalâdelikle ilgili olan bazı hususiyetlerine, karakter ve kuvvetlerine, irfanına (kâinatın sırlarını bilmek kudretine) ve metafizik âleme dair işaretlerden sonra şu uyarıları yaparak der ki: “Belki sana âriflerden (veliler) alışılmamış türden birtakım haberler ulaşır, sen de hemen yalanlamaya kalkışırsın. Mesela denilir ki bir ârif insanlar için yağmur duasına çıktı da, yağmur yağdı, yahut şifa dileğinde bulundu da şifa buldular veya aleyhlerine dua etti de zelzeleye tutulup yere geçtiler, yahut başka bir şekilde helak edildiler, yahut lehlerine dua etti de üzerlerinden vebayı, hastalığı, sel ve tufanı bertaraf etti. Yahut bazılarına yırtıcı hayvanlar boyun eğdi, yahut bir kısmından kuşlar kaçmadı ve daha bunlar gibi açıkça imkansızlık derecesinde tutulmayacak şeyler duyduğun zaman birden bire inkara kalkışma da bekle, acele etme. Çünkü tabiatın sırlarında bu nevi olayların da sebepleri vardır. Belki ben sana bazılarını da hikâye ederim. Tabiat âleminde gayba dair işler, üç kaynaktan meydana gelir.

    Birincisi, daha önce zikredilen nefsin karakterleri; ikincisi, dört unsurdan oluşan cisimlerin özellikleri ki mıknatısın kendine has olan kuvveti ile demiri çekmesi gibi. Üçüncüsü göksel kuvvetler ki, bu kuvvetlerle yer cisimlerinin konumlarına göre, özel tabiatları arasında yahut onlarla insanların konumlarına göre özel tabiatları arasında bulunan bir ilgi, bir takım garip izlerin meydana gelmesine yol açar. 

    Sihir, ilk kısma ait şeylerdendir. Belki mucizeler, kerametler ve neyrencât, (bir şeyi başka şeye çevirme) ikinci kısımdandır. Tılsımlar ise üçüncü kısma aittir. Sakın ukalalığın ve halktan farkın, münkirlikle her şeyden sıyrılıp çıkmak olmasın. O, bir beyinsizlik, hafiflik ve acizliktir. Sabit olan bir şeyi anlayamadığından dolayı yalanlamandaki hımbıllık (güçsüzlük), delili olmayan bir şeyi tasdik edivermendeki hımbıllıktan aşağı değildir. Kulağına gelen haberin garipliği seni rahatsız etse bile onun imkânsız olduğuna delilin olmadıkça bekle, hemen yalanlama. Doğru olan, bu durumdaki haberler için delilin bulunmadıkça onların mümkün olabileceğini kabul etmektir. 

    İyi bil ki, tabiatta nice acayib ve aktif halde bulunan üstün kuvvetlerle, etkilenen pasif kuvvetlerin birleşmesinde nice garip durumlar vardır. Birader! Sana hak kaynağından yayık döğdüm ve latif kelimeler içinde hikmet lokmaları ile ziyafet çektim. Sen, o gibi cahillerden, rezillerden, görgüsü ve alışkanlığı olmayıp, gönül eğlencesi koku arkasında dolaşmak olan kimselerden yahut şu feylesofluk taslayanların inkârcılarından ve sinek gibi bulaşık mızmızlarından uzak ol."

    Buraya kadar mucizelerin ve olağanüstülüklerin olabileceğine dair net bir tavır sergileyen İbn-i Sinâ, sonra, bulunduğu zamanın bilinenlerinden hareketle, gök cisimlerinin yarılıp parçalanmalarının mümkün olmadığı gibi bir fikre kapılmıştır: 
    “Böyle dua ile deprem olabilmesi ve koleranın kalkabilmesini bile tabiat sırlarında imkansız görmeyen İbnü Sinâ maalesef, tabiat ilmi adına nazariyyesinde yanlış bir fikre saplanmış, gök ve göksel cisimleri, tabiatlarında doğrusal harekete bir meyil ilkesi bulunmayan, el ile dokunulmayan sırf örneği olmayan, maddesiz, basit bir cisim olarak düşünmüş ve bunun sonucu olarak da tabiatında doğrusal hareket ilkesi bulunmayan bir cismin yırtılma (yarılma) ve kapanma özelliğinin olamayacağını izah ederek bu büyük önerme ile şu neticeye varmıştır. Cüssesi büyük olan, yönleri sınırlayan ve kendisinde yalnız dairesel bir meyil ilkesi bulunan göğün cismi, yırtılmayı kabul etmez.”
    Tefsirde, İbn-i Sinâ’nın içine düştüğü bu yanlışlıklar çürütülerek, şu sonuca varılmaktadır:
    “Burada Kelâmcıların münakaşalarını izah edecek değiliz. Ancak şunu da söyleyelim ki bu feylesofların yıldızları, taşıyıcıları olan yörüngelerle beraber hareket ettirebilmek için maddesiz cisimlerden saymaları da doğru değildir. Onlar da yer yüzü gibi maddî cisimlerden oluşturulmuştur. Dolayısıyla oluşum ve bozulmayı kabul ederler. Zamanımızın fenni ve felsefî anlayışları da böyledir. Hatta bugün kabul edilen görüşe göre arz güneşten ayrılmış olduğu gibi, ay da arzdan ayrılmıştır. Buna göre de mâzide meydana gelmiş bir hadise olarak doğrudur. Felsefeci isterse âyete bu anlamı verebilir. Fakat bu mânâyı verirken gerek ayın yarılması mucizesini ve gerek kıyametin kopmasıyla ileride ayın yarılabileceğini imkânsız saymağa hakkı olmadığını da itiraf etmesi gerekir.
    Bugünkü fen, ayı bir gök cismi kabul etmediği gibi yarılabilme kabiliyetini de inkâr etmez. Ancak yarılması için tatbik edilmesi lazım gelen kuvveti veya kudreti tayin edebilmek bir mesele teşkil eder. Yoksa gerek içinden bir parçalanma ve gerek dışından bir cereyan, bir dalga bir çarpışmanın farz edilmesiyle parçalanması düşünülebileceği gibi bir nevi elastikiyet 
     veya tazyikin farz edilmesiyle açılıp kapanmasını düşünmek de mümkündür. 
    Burada söz konusu olan müessir (tesir eden) ise Allah Teâlâ'nın kudret ve iradesidir. Nitekim "Allah'ın izni olmadan hiçbir Peygamber için mucize getirme imkânı yoktur." (Ra'd, 13/38) âyeti de bunu ifade etmektedir. Necm Sûresi'ndeki "müthiş kuvvetlerin" öğretilmesi ile "doğrulma"dan sonra "İki yay kadar yahut daha yakın oldu." (53/9) âyetinde ifade edilen sarkma sonucu mucizelerin görünmesiyle ortaya çıkan aklî ve hissî yakınlık, Kamer Sûresi'nde irade yakınlığı ile tecelli etmiş ve Resulullah (SAV)'ın arzusu üzerine ayın yarılması ile ilgili ilâhî irade ortaya çıkmıştır.” “Hak Dini, kur’ân Dili”
    Ayetin tefsirinde, ayrıca, Muhyiddin Arabi Hazretlerinin bu konudaki bazı sözlerine açıklık kazandırılmaktadır. Bu kısmı tefsire havale ediyoruz. 
    Bir diğer yanlış, bazılarının aklın mahiyetlerini idrak etmekte aciz kaldığı mucizeleri, tabiattaki kanunlarla açıklamaya çalışmak suretiyle olağanüstülükten çıkarıp sıradanlaştırma gayretleridir. Detaylarına girmeden, bu konuya sadece işarette bulunduk. 

    Sonuç 
    “Şerh-i Mevâkıf'da Seyyid-i şerif Cürcânî, ayın yarılması mucizesinin mütevatir olduğunu söylemiştir. İbn Hâcib'in muhtasar şerhinde Sübkî de bu görüşü tercih ederek der ki: "Doğrusu, ayın yarılması olayı mütevatirdir. Kur'ân'da delili mevcuttur. Buharî, Müslim ve diğer sahih hadis kitaplarında muhtelif tariklerden gelen rivayetler bulunmaktadır. Öyle ki mütevatir olduğunda hiç şüphe yoktur." Mütevatir olduğunu gösteren Kur'ân âyetidir. Hadislerin de bu âyetin tefsiriyle ilgili olduğu düşünülürse bütün bunlara bakarak tevatürün, manevî tevatür boyutuna ulaştığı görülür. Bununla beraber, Ay'ın yarılması olayını ifade eden âyetin, mücmel ve mütevatir derecesine çıkaran hadislerin de tefsir mahiyetinde olduğu göz önünde tutulursa, hadiseyi değişik yorumlayan ve tafsilatını inkâr eden kimseyi tekfir etmek doğru olmaz. Çünkü dinden çıkarmak çok önemli bir iş olduğu için, ihtiyatlı davranmak lazım gelir.
    Evet saat yaklaşıp ay yarıldığı halde hâlâ bir mucize görseler yüz çevirirler. Olacak, olmadan akıllanmıyorlar, akıbeti düşünmüyorlar. İbret almak istemiyorlar da her gördükleri mucizeden yüz çeviriyorlar. Ve süregelen bir sihir diyorlar. Bu cümleden anlaşıldığına göre burada âyet, hayret verici alamet, yani olağanüstü durum ve mucize mânâsınadır. 
    Bununla beraber şu da bir kâidedir ki, şart cümlesinde yer alan nekreler (bilinmemezlik anlamı veren şeyler), olumsuz cümlelerdeki nekreler gibi umumî mânâ ifade ederler. Binaenaleyh, buradaki "âyet" söz konusu kâideye göre, herhangi bir mucize mânâsına gelip, her türlü mucizeyi içine almaktadır. Yani hiçbir âyeti, hiçbir delili ve hiçbir mucizeyi nazar-ı itibara almıyorlar da "öteden beri süregelen bir sihir" deyip geçiyorlar. 
     yette geçen "müstemirr" kelimesine de birkaç mânâ verilmiştir. Birisi bilindiği gibi yeniden yeniye cereyan eden ve ard arda gelen demektir. İkincisi de gelip geçici anlamındadır ki, Buharî'de bu mânâ nakledilmiştir. Bu iki mânâ da "mürûr" mastarından türemiştir. Bir de "mirre"den türemiş olarak kuvvet ve sağlam anlamı verilmiştir ki bunun da Ebu'l- liye ve Dahhâk'tan nakledildiği söylenir. Bu mânâ, verilen ilk mânânın lazımı olarak da düşünülebilir. Sihir tabirine yakışan, gelip geçici mânâsını vermektir.  yet ve mucizelerin peşpeşe ve birbirini takip etmesine yakışan da, kuvvet ve devamlılık ifade eden mânâdır. Binaenaleyh bu mânâların hepsinin yeri vardır. 
    Yukarıda geçtiği üzere ayın yarıldığını gördükleri vakit bu, Ebu Kebşe'nin oğlunun sihri, bakalım etraftan gelecek yolculara soralım dediler. Gelenler de gördüklerini söyleyince o zaman da bunun süregelen bir sihir olduğunu söylediler, şeklinde rivayet edildiğine göre burada kuvvetli ve devamlı mânâsının kasdedilmiş olduğu gerekir. Halbuki sihir, her ne suretle de olsa bâtıl olacağından onların böyle söylemeleri şaşkınlıkla bir nevi tenakuza düşmüş olduklarını göstermektedir.” “Hak Dini, kur’ân Dili”
    İnşallah, sonraki yazıda, Şakk-ı Kamer mucizesinin buraya kadar ele aldığımız hususların bir çeşit özetinin yapıldığı, Risale-i Nurlardan Şakk-ı Kamer risalesi ile devam edelim… 

    16 Şub 2024 10:25